Buluşmak üzere
Her çiçek vaktini bekler. Dereler, ırmaklar denizi. Toprak yağmuru. Hasretle dolup taşan istasyonlar, bir gün çıkıp gelecek olanı.
Gelimli gidimli dünya. Ölümlü dünya. Yalan dünya. Fâni… Bir adım, bir adım daha… Hayat, ömür, zaman, hasret, vuslat… Saat kurulu olsa da uyumadan beklenen o an. Kalbin çırpınışı. Gözlerin dolup taşması, gönlün genişleyip sonsuzluğa açılması.
Gökte kuşlar yoksa güneş üzülmez mi? Gece mehtap gelmese acı gelip başköşeye kurulmaz mı? Bir damla su geçmez, bir türkü şifa olur belki.
Ah, pişmanlıklar! Eli böğründe kalan ziyandaki adamın hâlidir. Meyveler ağaçta, mahsul tarlada kalmış gibi umutsuz, çaresiz. Yönünü bulamayan seyyahın kaybı değil midir boşa giden emek.
İçimizde yaşayan ne varsa ölümü bekler. Dünya başınıza dar gelir. Alıp başınızı vurasınız gelir. Duvarlar sessiz kalır. Taştan ses gelir. Ses gelecek yerden acı… Işıklar çekilir, acılar çekilir, hasret çekilir, uzun yollar çekilir… Can tenden çekilir. Veda edilir.
Bir hatıraya sığınılır, beklenir. Unutmak, öldürmektir her canı, her teni. Yine de beklersiniz. Tamamlanmamıştır acılar. Hepsi bu! Ve dizleriniz çekmez bu yükü. Kalbinizde bir ah dağı yükselir. Beklersiniz ah dağının başında. Şiire sarılırsınız, şiirde ararsınız yitik olanı:
“Soğuk kâğıtlarım özlüyor seni.
Ne yazarım ki ışıksız, sensiz?
Boğuk harflerim bekliyor seni.
Geri getirecek misin ellerimi?
Kırık sözcüklerim özlüyor seni.
Ne yazarım ki elsiz, sessiz?
Yıkık tümcelerim bekliyor seni.”
Oruç Aruoba, ne diyordu bu şiirde? Kimi anlatmıştı, kimlerin dilini çözmüştü? Dili çözülmeyen acılar gelip göğsümüzde uyuduğunda ne olur? Ben sükûn denizlerinde… Benim sadece tümcelerim yıkık değil. Sadece sözcüklerim kırık değil. Soğuk kâğıtlar ellerimde ısınır. Yanar… İçimi döktüğüm kâğtlar yanmakta. Behçet Necatigil kimi anlatıyordu?
“Söner yangın birazdan
Yatışır özlem.
Bir gün karşılaşırız
Bir gün, bir yarım akşam.”
Bir yarım akşama sığar mı bunca hasret? Haksızlık değil mi, önü kesilen ırmakların denizlere kavuşamaması? “Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi,/Gönlümle, hayalet gibi, ben kaldım o yerde.” diyordu Yahya Kemal. Peki, şimdi kim, nerede kaldı?
İtiraf ediyorum! Buluşmak üzere aldığım tüm biletler elimde kaldı. Tüm biletleri yaktım. Yollar yarım, cümleler yarım, hasret yarım… Kavuşamayınca, buluşamayınca ben kaldım yarım… Yeniden okurum okuduğun şiirleri. Çünkü “Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,/Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye”
“Yol uzun, yorgunluk verir, usanıp bırakırsın. Gönlün geçer, vazgeçersin. Böyle gitmez.” diyenin şaşkınlığı… Belki de aynı anlamı dizelerinde buluşturmuştu şair:
“Gitmez bu böyle, bu böyle yürümez!/Bir gün/Durulur bu çalkantı, doğarsın güneşe.” Nerede güneş, hangi bulutun arkasında?
Şehri saran acı bir dumanda her şey kayboluyor. Pencere önlerinde açan çiçekler soluyor. Pervazlara kuşlar konmuyor. Balkonları kapalı evlerde radyolar çekmiyor. Balkondan balkona gülüşler düşmüyor. Gözler hasretle uzaklara bakıyor. Ben şiir okumaya devam ediyorum:
“Sık dişini, yılma sakın, vazgeçme bu umuttan
Elbet bir gün insanlar hasretle kenetlenir
Gör işte o zaman, devranını küskün dünyanın
Bilinmedik cemrelerle bak nasıl çiçeklenir”
Biliyorum, giden gelmiyor; ölen dönmüyor. Kadere boyun eğip geçiyoruz dünyadan. Ülkü Tamer, “Bana çiçek gönderme” dese de çiçekleri buluşturmanın ne kötülüğü var? Ancak devamında “Bir kuş ağacı gönder/Dallarında gezinsin/Kül rengi güvercinler” diyordu. O vakit söz ver! Buluşmak üzere bir kuş ağacının dalında.