Bulantı çağı
Fransız filozof Jean Paul Sartre 1938’de Bulantı adlı romanını yayınladığında belki de kelimeyi bugün ifade ettiği anlamın çok dışında bir bağlama yerleştirmişti. Roman kahramanı olan Antoine Roquentin kendisi de varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden biri sayılan Sartre’ın sözcüsü olarak bireysel bir bulantı halinden bahsetmekteydi. Roman boyunca, o da çok sık dokunulmaksızın, bulantı bunalımın bir adım sonrasındaki kötücül bir ruh hali olarak hiçlik ve absürtlükle kurulan temas noktalarıyla betimleniyor. Öyle ki vaktini Bouville sokaklarında geçiren Roquentin için bulantı varoluş çizgilerini çok az zorlar ve bu ruh hali bize ziyadesiyle olgusal tarafıyla sunulur. Gelgelelim, sanatçıya özgü uzgörüşlülük, basiret ve geleceği okuma içgüdüsü nasıl Franz Kafka’ya İkinci Dünya Savaşı’nın uğultusunu ayan beyan göstermişse benzeri bir kımıltı da Sartre’a çağımız dünyasının omurgasına yerleşen ve her an damarlardan kan yerine bulantı pompalayan bir dünyanın işaretlerini çizdirmiştir. Bir adamın içinden sokaklara, bir kitabın sayfalarından gündelik yaşamın arasına, bir çağın kıyısından diğerinin kalbinin tam ortasına sıçrayan bulantı artık bir duygu, bir durum olmanın çok ötesine geçerek ne yazık ki bir çağın omurgasına oturmuş, merkezden başlayarak en uçtaki dokulara kadar bulanmadığı tek bir şey, bulaşmadığı tek bir kişi kalmamıştır.
Berraklık yitimi, keyifsizlik, bırakın tat almayı bütün hücreleri kasıp kavuran kötü hissediş ve zihnin bulunduğu yere bir ağırlık olarak çökmesi bakımından bulantının hiçlikten daha dehşetengiz bir hissiyat olduğuna şüphe yok. Bulantı her durumda, hiçliğin yanına absürtlüğün boz bulanık tozlarını da ekleyerek varoluşu, gördüğü halde görmeme kipine indirgeyen alabildiğine pis, ebleh bir hissediştir. O, ketçapın üzerine dökülmüş kan, mayoneze karışmış irindir. O barışın üzerine dökülmüş savaş salyası, hoşgörünün üzerine abanmış tahammülsüzlük, sokak oyununu tehdit eden dipçiktir. O, sınırların kaybolmasından kaynaklı geçici bir dağılma, dağılmaya bağlı geçici bir körleşme ama gözleri gördüğü halde görme melekesini yitirme durumudur. Bulantı dehanın beyin felcine, romantiğin kalp katılığına mahkumiyetidir. Artık orada, zihnin, midenin veya kalbin içine birbiriyle ilgili ilgisiz sayısız zerzavat atılmış, herbiri bir başka telden çalan bütün o alaşımlardan, karışımlardan allak bullak olan zeminin kaçma isteği fakat kaçamama durumu söz konusudur. Çok düşünülmüştür, çok yenmiş, çok içilmiş, çok hareket edilmiş ve sonunda iflas bayrağı çekilmiş ama iflas reddinden dolayı kımıltısız kalınmıştır. Şu bilinmeli ki bunalım yokluktan, azlıktan bulantı ise varlıktan ve çokluktan beslenir ve ruhsal bir metastaz halidir. Şiddetli bir acıdan sizi hiçbir şeyin kurtaramaması, bu acının biteviye sürdürülmesidir; orada, yokluk da varlık da kendini temsil edemez. Bütün organların kafayı yemesi, kafayı yiyen organların yoklaşma taleplerinin de geri çevrilmesidir. İşte tam da bu yüzden kötü hissedişler içindeki en berbat duygudur. Belki yine bundan dolayı, bedeni kaplayan kötülük bütünüyle vücuttan atılmadan bulantıdan kurtulma çaresi de yoktur. Bu dünyada, -en azından şimdilik- burada, bildiğimiz, tecrübe ettiğimiz bu uzamda bulantının süreklileşmesi dünyanın başına gelebilecek en büyük kötülüktür. Düşünün ki mideniz bulanıyor, istifra hissi her saniye sizi yokluyor ama içinizdeki zehir bir türlü çıkmak bitmiyor ve bu saatlerce, günlerce, hatta bir ömür böylece devam edip gidiyor. Bir ömrün, bir hayatın, bir hayalin, bir çağın baştan aşağı bulantıyla geçip gitmesinden daha dehşet verici ne olabilir?
Bulantı sınırların silinmesidir. Varoluşların birbirinin içinde eriyerek birinin diğerini yok etme çabasına girmesi, yok olması gerektiği halde yok olması gerekenlerin var olmayı yokmuş gibi sürdürmesidir. Çağımız o büyük karnıyla dünyayı var eden ve insanca yaşama imkanlarını adım adım genişleten inançları tarümar eyledi, onun yerine göğün tam ortasına kocaman bir bulantı ekledi. Roma paganizmi, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ı çıkardığınızda o büyük bakıyenin yerine o büyük bakiyenin boşluğunu dolduracak neyi koyabilirsiniz ki? Ve yozlaşmak yok oluşa değil, çürümeye dairdir. Ve çürümenin çıkardığı gazdır bulantı hissini yaratan. Öyle görünüyor ki bunların hepsi kendi sınırlarını çiğneyerek ötekileri yok etme arayışında bindiği dalı kesti. Bunların hiçbiri –en azından olgusal olarak, teori pratik uyumu bakımından- kendisi değil artık. Bunların hiçbirisi kendini temsil ediyor değil. Tuhaf bir düşme duygusudur yaşadığımız. Dal kırıldı, yere kapaklanmaktan başka çare yok ama düşme hiç bitmiyor. Bir türlü yere çakılıp ölümün dingin kollarına ulaşamıyorsunuz. Görüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşmeyi umuyorsunuz ama düşüş sonsuza kadar bitmeyecekmişçesine uzayıp gidiyor. Bulantı budur. Ölüm düşüncesinin ölümün kendisinden daha korkutucu olması, ölümün hayatın yerini aldığı halde yadırganmaması ve başkalarının ölümünün ölüm olarak algılanmaması… Filistin’de yaşadığımız budur, bulantının varoluşu tepeden tırnağa esir almasıdır. Değilse, bir dramın kahkahalarla seyredilmesini nasıl izah edeceğiz? Değilse, gündüz gözü, apaçık hangi zihin hedef gözetilerek katledilen bir toplumun yok oluşuna seyirci kalabilir? Hangi düşünce, hangi inanç, hangi ahlak bunu mazur gösterebilir? Sahnedeki zulme katlanamadığından perdedeki kötü adamlara ateş eden tanık nesillerden hayattaki zulme gözünü kapayan, çoğu bir “yuh” bile diyemeyen sanık nesillere geçiş yaptık. Bunalımdan bulantıya geçiş hiç iyi olmadı.