Bugün ne günü?
Bütün günler birileri tarafından kapılmış ve kutlu hale getirilmiş durumda. Dünyadaki her şey çok değerli; o kadar değerli ki her birinin adına gün var, bir takvim günü ayrılmış durumda…
Görüyoruz ki hemen herkes, pek azımız dışında o günleri o gün edinmiş… Pazarlanmış gündemine nasıl sahip çıkıyor! Bu sayede o düşünce, o kültür ve ilgili sektörler de gününü gün ediyor. Bir toplumsal ne toplumsalı, küresel mühendislik harikası…
Bazı konularda susma zamanı geldi. Bu yazı aslında susmanın, kendince küsmenin yazısı…
Ne diyelim. Sımsıcak ve coşkulu iç barışımıza şenlik olsun...
Bir toplum için hadi çocukluğu saymayalım kırk yılınızı, yani ömrünüzü sakınmadan, sokakta bulmuş gibi veriyorsunuz. Kendinizde dahil olmak üzere daha nitelikli bir yaşama doğru değişim ve dönüşüme adanıyorsunuz. Çoğu zaman kendi yapmadıklarınızdan utanıyor, pişmanlık yaşıyor ve toplum omzunuzda ağlarken onları teselli durumunda kalıyorsunuz. Kendi hayatınız bir tarafta beklerken "al ömrümü" diyorsunuz. Fakat onlar ufka doğru değil, çukurda uçurumla oynamayı tercih ediyor. Saygı duyuyorsunuz!
Durup kendinizi sorguluyorsunuz. Adanmanızı... İdealizminizi. Topluma duyduğunuz sevgi, merhametin sadece idealist, aktivist olmaktan değil bir de anne olmaktan kaynaklanabileceğini düşünüyorsunuz. Bütün bir dünyayı siz dünyaya getirmiş ve onların annesi olabilir misiniz? Uzaktan veya yakından sevgi ve merhametle yaşıyor ve düş, düşünce, proje vesaire üretiyor, kitap mitabı bunun için yazıyor olabilir misiniz?
Aynı zamanda anne oluşunuz burada devreye şöyle giriyor.
Annelik; sadece sorumlu olduklarına değil, genel sorumluluklarına karşı da adanarak yönelmeye götürüyor kadın insanı… Belki topluma neden anaçlık yapmış olduğumuzu sorgulamak lazım. Toplum bunu istemezken… Adanışlardan da vazgeçmeliyiz belki. Daha dikkatli, daha titiz, daha seçici bir feda edişle buluşmalı belki kadın…
Anneler Günü ve benzeri günler belirleme ve ona uyumla kutlama işi -kutlayanların kutlama seçimine saygı duymakla beraber-, ömrünü aaynı takvime asmayan biri olarak daima biraz soğukkanlı bir mizah yaşatır bana.
Birileri tarafından belirlenmiş, işaretlenmiş ve dayatılmış takvimlere göre hayatınızı ve zamanınızı kurmadığınızda, yani zaman ayrılığı yaşadığınızda, kendinizi çağınızın dışına ittiğinizde zamansız kalmıyorsunuz. Sadece kendinize biçtiğiniz zamana uygun mekanlar aramaya gidiyorsunuz. Fakat çoğu mekân çağdaş zaman, çağdaş takvim ve dolayısıyla kutlamalara ayrıldığı için de kendinize özel, kutsuz mekanlar bulmakta güçlük çekiyorsunuz.
Yüz defa bu günlere, bugün kutlamalarının bir şeyi daha değerli kılmadığına inandığınızı söylemenize rağmen her yerden size kutlama mesajları yağıyor. Bir incelikle yapılmış olduğuna saygı duymak ve takdir etmekle birlikte fikrimizi defalarca açıklama durumuna düşmüş, bazen yılmış ve gün kutlamalarına teşekkür etmiş bile oluyoruz.
Ayrıksılık nedir sorusunu hiç sormayacağım. Ayrılık çıkarmak değil maksadımız. Bu durumda toplumun dönüştüğü, döndüğü o toplu dansta eksantrik olan, ekseni merkez kaçağı olan biz miyiz yani… Hiç sanmıyorum.
Sadece bütün sektörlerin bu günlere ve günün anlam ve önemine uyarlı vaziyette nasıl da canlanmış olması, zaaf ekonomisinin o tek taraflı dirliği ve pek tabii ki reklamlarla beraber nasıl bir kandırmaca ve nasıl kayıtsız şartsız inanılıyor olduğuna şaşırmayı bırakma vaktinin gelip geçtiğine hükmediyoruz.
Hakiki kıymet vermek süre-ç ister emek ister tabi. Kurtarıcı bir takvim lazım bütün bu kaytarmalara... Gerçek hayatta kırıp döktüğünüz annenize çiçek sepetinden bir demet çiçek göndermenin kolaylığı bütün bir sene, ömür anneye ihtimam göstermeye çalışmak, bu çabayı az da olsa bütün bir yıla, ömre bölümleyerek, tadını çıkara çıkara yaşamak gibi zor değil elbette… Büyük özürlere, yaklaşmalara bir vesile olabilir derseniz buna gerçek bir pişmanlık herhangi bir gün veya gece de, pekala müsaittir, özgür bir takvime buyurunuz, deriz.
Neden çırpınıyorum? Üstelik bir anne olarak da çok sevilmiş bir insanım.
Boş versek mi ki artık bu kem bakılan, yadırganan ideal düşleri…
Bir tarafta da “Cennet annelerin ayakları altındadır!” hadisini bir sömürü aracı olarak kullanma alışkanlığı… Karşılıksızlığın insan halini nasılsa büyük ödül, yarınlar, “cennet ayağının altında” rahatlığı ile sömürdükçe sömürmek ve ömrünü bir hizmetli gibi, bir köle gibi yaşamasına izin vermek… Anneleri; bir genç kızken babalarının, abilerinin, sonra eşlerinin, oğullarının, çocuklarının, hatta damat ve gelinlerinin ayak altında süresiz, sınırsız hizmet hürmetle suiistimal edercesine yormak, yormak…
Budur yani. Böyledir.
Dünya geleneğinde budur. Türkiye geleneğinde haydi haydi budur.
Fakat gönlümüzle yaşarız biz anneler. Gönlümüzü gezdiririz kara suları inmiş ayaklarımızın üstünde. Karşılıksız kalmayı çok severiz. Bir çeşit onurdur bu. İnsanın üstünde olan bir şeydir. Zorlarız. Ölümüne zorlarız. Çünkü anneysek...
Mektebimizdir; anne olmak.
Hiç geçemediğimiz ve hep biraz ham bir aşamadır, süreçtir, ömürdür.