Buğulu ayna
Azalıyorum ona bakarken; içimi ürperten bir rüzgâr esiyor yüzünde, sıkı sıkı kapanıyor pencerelerim. Mevsim baharsa da griye dönüyor göğün rengi. Solumda, inşirah suresini okumaya muhtaç bir sıkıntı geziniyor. Oysa diğeri öyle değil… Huzuru, durgun bir deniz gibi bırakıyor önüne kalbimin. Kelimeler koşar adım çıkıyorlar yurtlarından. Kapıları kapalıysa, içeriyle meşgulse, sükûtun ritmine tempo tutmuşsa bile sessiz, sözsüz bir şeyler gelip gidiyor aramızda; samimi, sıcak… O uzak rıhtıma yeniden gidecek olmanın tesellisine tutunuyorum, o uzak rıhtım bekliyor beni orada… Sevmeyenler varmış yerini; şeklini, şemailini… Ben de zaten benden başkası keşfetmesin istiyorum bu rüyayı. Hem sonra, söylediğim gibi, onların gönül bağladıkları da hırçın bir yara bana…
Başkalarının hoşluk bulduğuna sağır ve dilsiz kalışımız nedense, bizim güzellik kesbettiğimizin bir başkasına iyi gelmemesi ondan. Yanında iyi hissettiğimiz, aynı göğü paylaşmanın, aynı çağda yaşamanın mutluluğunu duyduğumuz kişi, içimizin kusurdan azade güzeli. Oysa dünya üzerinde bulunmuyor mutlak güzellik. Tamlık-mükemmellik Rahman’a has… Öyle ise insan daima kendinden bir şeyler yüklüyor olmalı muhatabına. İyi yönlerine, tahrip eden taraflarına hep kendinden…
Tedirginse, karşısındakinin korkunçluğundan ziyade, onu kalbinin önyargı odasında ağırlamak istemesinden… Korkuyorsa muhatabının letafetine değil de hiddetine gönlünü vermesinden…
Hayransa, onda kendisindeki güzellikte bir şeyler bulmasından; onu, huzurun pervazlarında bekleyerek karşılamasından. Hüseyin Nihal Atsız, eski bir Türk subayı olan Selim Pusat’ın kırgın isyanını anlattığı kitabı “Ruh Adam” da Güntülü’nün dudaklarından döktüğü cümlelerle paylaşır hülâsasını nedensizliğimizin;
“Sevginin niçini olmaz ki efendim… Düşünsem, belki makul bir sebep bulabilirim. Fakat bu hakiki bir sebep olmaz. Çünkü biz önce severiz, sonra sevdiğimiz şeyin güzel taraflarını bulmaya çalışırız. Bu da hodbinliğimizden doğar. (sf. 53)
Gördüğümüz, muhatabımızın konumunu yansıtan bir gerçeklik olmaktan çok, bakmak ve koymak istediğimiz yerin yansıması, dolayısıyla algıyla alakalı. İlk karşılaşma… Keşfe dair çıkılan bu ilk yolculuk kimilerimize karşıdakinin güzelliklerini gösterirken, kimilerimizi kusurları ile alakadar eder. Bütüne bakmak, hikâyesini genel hatlarıyla okumak yerine karakteristik bir detay üzerinde durur, henüz hikâyeyi okumadan onun içindeki şiiri ararız. Bir ânın algımıza dağılıveren şiiri kimi zaman neşeli ve coşkulu(dolayısıyla şımarık) bir yaz gazeli, kimi zaman okumaya doyamayacağımızı hissettiğimiz bir şehrengiz, bazen çözülmeyi bekleyen bir lûgaz, muhatabı olmak isteyeceğimiz bir nazire, kimi zaman da cazibesinin bütününü zarfına taşıdığını fark ettiğimiz bir mektuptur. Bizler hemen oracıkta buluverdiğimiz şiiri, okunmayı bekleyen öykünün bütününe yaymak ve bazen okumadan bırakmak, bazen de daima o önyargı ile okumak konusunda hep mahirizdir. Ta ki öykünün içinde başka bir şiirle karşılaşıncaya ve “yanılmışım” deyinceye dek. Ne güzel ifade etmiş Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda Peyami Safa; “yarının bugünkü bilgilerimize vuracağı darbelerden haberimiz yok.” (sf. 286) Yazık ki algılarımız vesilesiyle yüzleştiğimiz yanılgıları çoğunlukla kendimize bile itiraf edemeyiz. Nihal Atsız aynı kitabın (Ruh Adam) 104.sayfasında bir şeytanı andıran Yek’in dudaklarından böyle bir gerçeğe temas eder;
“İnsanların sık sık “gözümle görsem inanmam!” dediklerine dikkat etmişsinizdir. Bu ne demektir? İnsan gözüyle gördüğüne de inanamayacaksa görmenin manası kalır mı? Bu, doğrudan doğruya ilk inanca sadık kalmanın neticesidir.”
Yargı ve kabullerimiz hakikate yönelik olmaktan çok şahsîdir. Tanpınar’ın ifadesiyle “fikirlerimiz de onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler.” (Mahur Beste-sf. 85)
Tefekkür etmek, hissetmek, insana dair edindiğimiz fikrin münazarasını içimizde yaparak ilerlemek şüphe yok ki güzeldir fakat içimizdeki aynanın, muhatabımızın önünde durduğunu unutmamak şartıyla…
Selam ile