Bu kanlı düzen böyle gitmez
1948 Arap-İsrail Savaşı sırasında
parçalanan kutsal belde Kudüs’teki drama dünya kör, sağır ve dilsiz. Bugün Ukrayna’da yaşanan savaşı “Bunlar Afgan değil, sarı saçlı mavi
gözlü...” ırkçılığıyla çocuklar üzerinden enforme eden Batı medyası
1948’den beri eli kanlı siyonist İsrail’in işlediği çocuk cinayetlerini
görmezden geliyor.
*
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin,
Ukrayna’nın doğusundaki Donetsk ve Luhanks’ın resmen tanındığını ve saldırısını
Çarlık İmparatorluğu’na referans yaptığı konuşmasında Osmanlı ve Türkiye’ye
vurgu yaparak, “Geçmişte 18. yüzyılda
Karadeniz kıyıları Türkiye ve Osmanlı’ya mücadele alanı olarak kullanılmıştı.
Karadeniz kıyısını Türklerden biz koruduk... Şimdi Karadeniz’e erişimimizi yok
etmek istiyorlar...” ifadesiyle bilinç altını açık açık ikrar etti.
*
Putin’in âtıfta bulunduğu dönem
Osmanlı Padişahı Sultan 2. Abdülhamid
ve Rus Çarı II. Alexander döneminde
yapılmış olan “93 Harbi” (1877-1878
Osmanlı / Rus Savaşı) sonucu Osmanlı’nın “Hasta
Adam” ilan edildiği dönemdir. Çarlık Rusya’sı “93 Harbi”nde tıpkı bugün Ukrayna’da olduğu gibi hızını alamayarak
batıdan Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar inerek, doğudan Erzurum’a kadar geldi.
Birinci Dünya Savaşı’nda (24 Eki 1914 -
30 Eki 1918) Osmanlı İmparatorluğu ile bir kez daha Kafkas Cephesi’nde karşı
karşıya gelen Rus İmparatorluğu, savaş sırasında Doğu Anadolu Bölgesi’nin
içlerine kadar inerek, Trabzon, Bitlis, Muş ve Van şehirlerine kadar yayıldı.
Sarıkamış Harekâtı sırasında 90 bin Mehmetçiğimiz Allahuekber Dağları’nda
donarak şehid oldu.
Ruslar bize yaşattıkları bu acılarla
da yetinmeyerek 1944 yılında Karadeniz kıyılarını Türklerden temizlemek için
Kırım Tatar Türklerine uyguladığı sürgünlerde soykırım yaparak 191 binden fazla
kişiyi katlederek büyük bir insanlık suçu işledi.
UNUTMADIK!..
*
Anlayış olarak dünkü Çar Rusyası ile
bugünkü Putin Rusyası arasında hiçbir bir fark yok. Ukrayna’nın batılı
politikalar izleyerek Rusya’nın “kırmızı
çizgi”sini çiğneme ihtirası, ABD’nin kışkırtmaları neticesinde iki ülkeyi
karşı karşıya getirdi. Rusya, Ukrayna’ya AB ve NATO’yu burnunun dibinde görmek
istemediğini diplomasiyle anlatamayınca, tepkisini 24 Şubat’ta silahlara
sarılarak gösterdi.
12 gündür Ukrayna’yı havadan, karadan
ve denizden kuşatarak bombalayan Rusya, Afganistan’dan, Libya’dan, Suriye’den
sonra kanlı bir işgal ve drama daha imza atıyor. İşgalin ilk gününden beri
orantısız güç kullanarak yeni bir “kavimler
göçü”nü tetikleyen Rusya şu ana kadar 2 milyona yakın insanı yerinden
yurdundan ederken, yağdırdığı bombalarla 500’den fazla sivili katletti.
Rusya’yı kışkırtarak büyük dramın
yaşanmasına sebep olan başta ABD ve Avrupa ülkeleri işgal ve işlenen savaş
suçlarına en az Rusya kadar ortak.
***
2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan
küresel düzen, siyonist İsrail’i Filistin’in bağrına hançer gibi sapladı. O
dönemden beri parça parça yaşanan 3. Dünya Savaşı dünyanın “Ortadoğu”sundan “Avrupa”sına sıçradı. Rusya’nın saldırısı sonucu Donetsk, Luhansk,
Harkov, Sumi, Çernigiv, Herson, Mariupol, İrpin, Odessa gibi bütün stratejik
(Azak Denizi ve Karadeniz’e olan sınırları kesildi) bölgelerini kaybeden
Ukrayna’nın kalbi, başkenti Kiev kanlı meskûn mahal çatışmaları arasında düştü,
düşecek. (Kuzey Karadeniz’i hakimiyeti altına alan Rusya’nın önündeki tek engel
artık Güney Karadeniz’in sahibi olan Türkiye. Umarız Rusya Karadeniz’i gölü
haline getirmek için Türkiye ile dalaşmaya kalkmaz.)
Bütün yaptırımlara rağmen artık Putin
Rusyanın hedefinde Çarlık döneminin sınırlarına ulaşmak var; hatta daha
fazlası...
Dünyanın 5’ten (BM’nin daimi üyeleri
ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) büyük olduğu tezi kabul görmedikçe bu
sömürü düzeni dünyanın haritasını kanla değiştirmeye devam edecek.
***
İSRAİL’İN HEDEFİ VADEDİLMİŞ TOPRAKLAR
Gelelim kan, gözyaşı ve mâtemi
bitmeyen belde Filistin’e...
1917’de 401 yıllık vatan toprağımız
Filistin’i kana bulayarak egemenliğimize son veren İngilizler, Filistin’i
siyonist İsrail’e altın tepside sunarak, yeni bir kaos dönemine kapı aralayıp,
1948 yılında perde gerisine çekildi.
74 yıl önce, 14 Mayıs 1948’de Tel
Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Kongresi’nde siyonizmin kurucusu Theodor
Hetzl’in portresini arkasına alan
İsrail Devleti’nin kurucusu ve ilk başbakanı David Ben Gurion, İsrail
devletinin kuruluşunu dünyaya ilan etmesinden sonra bölgede kan ve gözyaşı hiç
eksik olmadı. 5 milyondan fazla Filistinli dünyanın dört bir yanında sürgünde
yaşarken, 20 binden fazlası barbar siyonist İsrail tarafından hunharca
katledildi, katledilmeye devam ediliyor.
“Büyük
İsrail” emellerine kavuşmak isteyen İsrail; vekalet savaşları sonucu
Irak’ın parçalanmasıyla, Libya’nın tarumar edilmesiyle, Lübnan’ın Beyrut
Limanı’nın patlatılarak kaosa sürüklenmesiyle, Suriye’nin iç savaşla kan gölüne
çevrilip demografik yapısının değiştirilerek bölünmeye hazır hale
getirilmesiyle “Arz-ı Mev’ûd”
(Vadedilmiş Topraklar) hayaline biraz daha yaklaştı. Şimdi asıl hedef Türkiye.
Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmeddin
Erbakan 2003 yılında tarihi bir uyarıda bulunmuş, İslâm coğrafyasının
sürüklendiği felakete şu ifadelerle dikkat çekmişti: “Biz yıllardan beri ABD’nin İsrail’in “Arz-ı Mev’ud” politikasını
gerçekleştirmesine yardım ettiğini, Amerikan müdahalesinin, Filistin,
Afganistan, Irak’la sınırlı olmadığını, sırada Mısır, Suriye ve Türkiye'nin
bulunduğunu söylemekteyiz. Siz meseleyi Suriye mi sanıyorsunuz? Onların
Suriye’yi istemesinin tek nedeni var; o da Türkiye’yi işgal etmek için zemin
hazırlamaktır. Eğer bir gün mesele Suriye olursa, bilin ki hedef Türkiye’dir.”
Gerek ülkemizde ve gerekse yanı başımızdaki
"Ortadoğu"da yaşanan sıcak
olaylar, geleceğe dair çok önemli ipuçları veriyor. Siyonistlerin "Arz-ı Mev'ûd" hayalleri için kasıp
kavurduğu İslâm dünyası her gün farklı bir felaketle sarsılıyor.
"Yeni Küresel Sistem"de hiçbir temsil yetkisi tanınmayan
Müslümanlar; başta siyonist İsrail ve
Amerika olmak üzere, Batı'nın topyekün "Dönüşüm Projesi"ne karşı ölüm-kalım savaşı veriyor. Küresel
iktidar; hegemonyası uğruna İslâm coğrafyasını vahşice yağmalıyor.
İŞGALCİ İNGİLİZLER PERDE ARKASINA ÇEKİLDİ
9 Aralık 1917 günü İngiliz General
Allenby “Babu’l-Halil” kapısından
Kudüs’e girerken, Osmanlı Devleti’nin buradaki 401 yıllık hakimiyeti sona
eriyordu. Bu da kadim topraklar için huzursuzluğun başlangıcı demekti. 30 yıl
boyunca yüz bin İngiliz askeri Filistin’i mâtemi bitmeyen beldeye dönüştürdü.
1948 yılının bir Mayıs akşamı
gaydaların sesi çok eski ve dolambaçlı yollara son kez yayıldı. Bu ses Kudüs’ün
Eski Şehri’ni işgal eden İngiliz askerlerinin gidişini bildiriyordu. Yahudiler
Sokağı’nın pencerelerinde ya da sinagogların ve dinsel okulların eşiğinde, uzun
sakallı ihtiyarlar bu geçit törenini izliyordu. 30 yıllık tatsız bir
hâkimiyetten sonra bu surları terk edip gitme sırası İngiliz askerlerinindi.
Kudüs’ün göklerinde dalgalanan İngiliz bayrağı indiriliyor, yerini siyonizmin
mavi-beyaz bayrağı alıyordu.
1922 yılında Milletler Cemiyeti
tarafından Türkiye’nin yerine, Filistin’de İngiltere’yi hâkim kılan manda
yönetimi bu kararıyla bölgeyi kaosa sürükleyecek bir süreci başlatıyordu.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında
Ortadoğu politikasını dilediği noktaya götürmek için İngiltere’nin Filistin’e
ihtiyacı vardı. Burası, Irak’ın akıl almaz zenginlikteki petrol yataklarıyla
Taymis Nehri’ne kadar İngilizleşmiş hayati bir geçit olan Süveyş Kanalı
arasında köprü görevini sağlayacaktı.
Bu isteği gerçekleştirmek için
İngiltere gösterişli bir şekilde beş yüz yıllık Türk hâkimiyetini bir aydınlık
Hıristiyan üstünlüğü örneğiyle silmeye ve dağınık Yahudilere eski vatanlarının
kapılarını açmaya girişmişti. Ama problemler tümüyle üstesinden gelinemeyecek
bir biçimde ortaya çıkmış ve başarısızlığın bilincine varan İngiltere, sonunda
manda yönetiminden vazgeçmişti.
*
14 Aralık 1948 günüydü. Sir Alan Gordon Cunningham, o gün
İngilizlerin Filistin’den ayrıldıklarını, Yahudilerin İsrail Devleti’nin
kuruluşunu ilân ettiklerini, Arapların savaşa girdiklerini gördü. Bir ihtilaf
Kutsal Toprağı alevlere boğacak ve bu alevler bir daha da sönmeyecekti.
İhtilafı kaçınılmaz kılan ise bir
oylama oldu. 29 Kasım 1947 soğuk bir Cumartesi günü, ilk savaş mermilerinin
Kudüs damlarına düşmesinden 6 ay önce, yeni kurulan Birleşmiş Milletler
Örgütü’ne üye elli altı ülke temsilcileri New York banliyösündeki Flushing
Meadows’da toplanmıştı. Orada, eski bir patinaj salonunun kubbesi altında,
Akdeniz’in doğu kıyısında yer alan, Danimarka’nın yarısı, nüfusu Belçika
nüfusunun beşte biri kadar olan, Eski Çağ haritaları yapanlar için evrenin
merkezi ve dünyanın başlangıcında bütün insanların yollarının yöneldiği bir
toprak şeridinin, yani Filistin’in kaderini çizeceklerdi.
Birleşmiş Milletler’in kısa tarihinde,
bunca ihtirasın gemi azıya aldığı görüşmeler pek nâdirdi. Örgütte temsil edilen
her ülke bu bölgeye, şu ya da bu şekilde, manevi mirasının bir bölümünü
borçluydu. Uluslararası meclise Filistin’in Arap ve Yahudi olarak iki ayrı
devlete bölünmesi teklif ediliyordu. Böylece ortak bilgelik 30 yıl süren iç
savaşa son verecekti. Ama, umutsuzluğun kalemiyle çizilen bu paylaştırma
haritası katlanılabilir bir ödünler ve kabul edilemeyecek kepazelikler
karışımıydı.
Kurulacak Yahudi devletinin
topraklarının çoğunluğu ve neredeyse nüfusunun yarısı Arap olduğu halde,
Filistin’in yüzde elli yedisi Yahudilere bırakılıyordu. Bu Yahudi topraklarının
girintili, çıkıntılı ve acılı sınırlarına gelince, sağduyuya olduğu kadar
savunma gereklerine karşı da gerçek bir meydan okumaydı.
*
Birleşmiş Milletler’in denetimine
bırakılan Kudüs, üzerinde ne Arapların ne de Yahudilerin başkent kuramayacakları
bir uluslararası toprak oluyordu.
Birleşmiş Milletler’in tarihi
toplantısından aşağı yukarı tam 30 yıl önce, İngiltere Yahudilere, içlerinden
pek çoğunun beslediği düşü gerçekleştirmeleri için ilk elle tutulur fırsatı
vermişti: “Filistin’de bir yuva kurmak”.
Yahudilerin tarih boyunca yaşadıkları
sürgün yıllarında tek altın çağını İspanya’da kurulan Endülüs Emevileri
dönemiydi. Avrupa ülkelerinin çoğu onlara kapılarını kaparken, Osmanlı Devleti
her zaman kapılarını açmıştı. Hitler’in gaz odalarında korkunç Yahudi kıyımı
dizisi İslâm dünyası tarafından değil, hep Avrupa’nın Hıristiyan ülkelerince
sürdürülmüştü.
Dolayısıyla Araplar, işlenen
cinayetlerin yükü bize değil bu uluslara yüklenmelidir, diye itiraz ediyordu.
*
Bu süreçte Filistin’in paylaşılmasını
gerçekleştirmekte en çok çaba gösteren Birleşik Amerika’ydı. Başkan’ın
danışmanı olan iş adamı Bernard Baruch, Fransa’nın Birleşmiş Milletler’deki
delegesi Alexandre Parodi’yi ülkesinin paylaştırmaya karşı çıkması halinde
Amerikan yardımının kesilmesinin muhtemel olduğunu söyleyerek tehdit etmekten
çekinmemişti.
Bu hayati süre boyunca, paylaştırmaya
karşı dört ülke (Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinler) inanılmaz bir baskı
ve hatta tehdit dalgasıyla karşılaşacaklardı.
New Yorklu parlamento üyesi Emmanuel
Cellar, Başkan’a yolladığı bir açık telgrafta “Yunanistan gibi direnen ülkelerin yola getirilmesini” istedi.
Koridorlarda korkunç söylentiler dolaşıyordu. Bunlardan birisine göre Tayland
delegesi öldürülmüştü.
Eğer Birleşmiş Milletler, Filistin’in
paylaştırılması yönünde karar alırsa, bütün Arap devletlerinin desteklediği
Filistin Arapları, İngilizler gider gitmez Yahudilerle savaşacaklardı. Eski
Yahudi tapınağının mihrabında kurban edilen hayvanlarla, İsa’nın (a.s.) çarmıha
gerilişiyle, insanların duvarları dibinde ölüşüyle Kudüs yeryüzünde hiçbir
şehrin yaşamadığı dökülen kanın laneti içinde yaşamıştı.
*
Tek Tanrı’ya inanan üç semavi din
(Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık) tarafından kutsal sayılan Kudüs’ün
taşları bu üç dinin kutsal izlerini ve din adına işlenmiş cinayetlerin anısını
taşımaktaydı. Davud ve Firavun, Sennaşerib ve Nabukadnezar, Herod ve Ptoleme,
Titus ve Godefroy de Bouillon komutasındaki Haçlılar, Timurlenk ve Selahaddin
Eyyübi’nin askerleri, Türkler ve Allenby yönetimindeki İngiliz askerleri, hepsi
burada savaşmıştı. Hepsi Kudüs için can vermişlerdi.
Eski Şehir’in öbür ucunda, geniş bir
alanın ortasında, Kudüs’ün başka bir inanç için taşıdığı önemin tanığı
Kubbetu’s-Sahra yükselir. Tek ve rahmet sahibi Allah’ı yücelten zarif yazıları
şereflendirmek için yeşille altın sarısının birbirine karıştığı kubbesinin
mozaikleri altında siyah bir kaya yığını (Hacer-i Muallak) görülür. Eski
Çağların en yüce yerlerinden biri olan burası Moriya Dağı’nın tepesidir. İslâm
geleneği, üzerindeki hafif bir izin Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Burak’la miraca
çıktığı gece onu yerde tutan Cebrail aleyhisselâmın elinin izi olduğu kabul
edilir.
Hz. Süleyman’ın (a.s.) yaptırdığı
tapınağın kalıntısı olan Ağlama Duvarı, Yahudiliğin en kutsal yeridir. Yirmi
yüzyıldan beri, dört yana dağılmalarının ardından ağlayan Yahudiler ona doğru
dönerler. Koca taş bloklarının yarıkları ve çatlakları arasında bir sürü kağıt
parçası bulunur. Kimi Tanrı’ya bağlılık mesajı yollamıştır, kimi yeni doğan
çocuğunun ya da hasta karısının Tanrı tarafından kutsanmasını ister, kimi de
ters giden işlerinin düzelmesini ya da İsrail halkının kurtuluşunu diler.
Kim bilir kaç kuşak Yahudi, Hıristiyan
ve Müslümanlar birbirine karışmış olarak bu vadinin beyaz taşları altında
uyumakta, hayatları boyunca elde edemedikleri barışı ölümde bulmaktadırlar.
Birbirine düşman etnik ve tarihsel bir sürü adacığa bölünen Kudüs’e, işgalci
İngilizler üç yeni bölge daha eklemişlerdi.
*
Arap ya da Yahudi bütün Kudüs halkı,
aynı kuşku içinde şehrin kaderinin bağlı bulunduğu uzak toplantının her sözünü
dinlemek üzere radyolarının başına toplanmıştı. Kurulda, David Ben Gurion dört elin havaya kalktığını gördü. Bir Yahudi
devleti kurma kararı tek oy farkla sağlandı. David Ben Gurion, on bir kere daha
masaya vurdu ve açıkladı: “İsrail
Devleti doğdu. Oturum kapanmıştır.”
Sonra kurul yeni devlete bir ad
koymaya karar verdi. “Sion” ve “İsrail” adları ortaya atıldı. Oylama
sonucu Yahudi devletinin adı “İsrail”
olacak ve resmen “İsrail Devleti”
diye anılacaktı. Otuz üç devletin Filistin’i paylaştırmayı kararlaştırdığı
akşam doğan ihtilaf, başka kurbanlar verilmesine yol açacak ve pek çok
sarsıntılara sebep olacaktı.
Siyonist Yahudiler, iki bin yıllardır
kendilerine başkaları tarafından yaşatılan sürgün, sefaleti ve acıyı yurtlarından
sürdükleri Filistinlilere reva görecekti. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi
olmayacaktı!.. Kaynakça: Kudüs… Ey
Kudüs, Larry Collins, Dominique Lapierre, Kronik
***
İNSANLIĞIN ONURUNA TÜRKİYE SAHİP ÇIKTI
74 yıl önce, 14 Mayıs 1948’de Tel
Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Kongresi’nde siyonizmin kurucusu Theodor
Hetzl’in portresini arkasına alan David Ben Gurion İsrail devletinin kuruluşunu
dünyaya ilan etmesinden sonra bölgede kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı. 5 milyondan fazla Filistinli dünyanın dört bir
yanında sürgünde yaşarken, 20 binden fazlası barbar siyonist İsrail tarafından
hunharca katledildi, katledilmeye devam ediliyor.
Kanayan yaramız Kudüs; tarihin içine
sığmayan coğrafyaların ötesinde, çağlar öncesini ve sonrasını kendinde
buluşturan apayrı bir medeniyet. “Küresel Firavunlar”, Kudüs bağlamında
Filistin ablukasını 14 Mart 1948’den beri sürdürüyor.
6 Aralık 2017 tarihinde Kudüs’ü
İsrail’in başkenti ilân eden ve büyükelçiliğini oraya taşıma kararı alan ABD
Başkanı Donald Trump’ın dünyaya meydan
okuyan kanunsuz ve hoyrat çıkışı karşılık bulmadı. Trump’ın tıpkı 1948’dekine
benzer tehdit ve şantajları bu defa işe yaramadı. 21 Aralık 2017 Türkiye’nin
olağanüstü gayretleriyle toplanan 172 üye Birleşmiş Milletler Kurulu’nda,
Trump’ın Kudüs'ü “İsrail'in başkenti”
olarak tanıyan kararını 9 oya karşı 128 oyla yok hükmünde saydı. Türkiye,
Kudüs’le beraber insanlığın onuruna sahip çıktı. Çünkü Kudüs davası, yalnızca
Filistin’deki bir avuç Müslümanın davası değildi. O Kudüs ki; hepimizin ortak
davası, hepimizin meselesi ve hepimizin kırmızı çizgisiydi. Ve siyonist
İsrail’in buradaki İslâm mirasının izlerini silmesine asla izin verilemezdi.
Fakat bütün bunlara rağmen Kudüs’te
yine kan, yine gözyaşı ve yine belirsizlik hüküm sürüyor. Siyonist İsrail’in
Kudüs’ü işgali hız kesmeden devam ediyor.