Bu huzur, o huzur değil
Ankara'nın, her gün biraz daha boğulan, daralan, daraltan trafiğinde seyir halindeyken ara sokaklardan birine girişimle eski bir caminin minaresine kilitleniyor bakışlarım. Eski bir camiu2026 O sabahı diğer sabahlardan ve o günü diğer zamanlardan farklı kılmak için oraya bırakılmış gibi geliyor kalbime bir anu2026 Büyükbabama gittiğimiz bir iftar akşamı kıpır kıpır atan kalbimin, çocuk gözlerimi bıraktığı bir cami minaresini hatırlatıyor bana. O camiyi gördükten hemen birkaç dakika sonra bahçesinde üzüm asması olan huzurlu haneye kavuşacak olmayı bilmenin sinemde el çırpan muştusuu2026 Tatlı bir sızı bağdaş kurup oturuyor içime. Eve gelip çalışan bulaşık makinesinin sesi eşliğinde, çamaşırları çamaşır makinesine yerleştirip arkama yaslandıktan sonra da artarak devam ediyor ruhumu etkisi altına alan bu hal. Kısa bir zaman önce ebedu00ee mekanına uğurladığımız anneannem geliyor gözlerimin önüne, semaver başında büyükbabamın camiden çıkışını bekleyişiyleu2026 Yüzlerinde bin telaş, omuzlarında sanki bir asrın yükünü taşıyor olmanın yorgunluğuyla dışarıda bıraktığım o insanlardan sonra yorgunluk nedir bilmeyen çehreler birer birer vuruyor gönlümün tellerine.
u2026ve ben bugün, kalemime kalbini açan Milat Gazetesi'ndeki yazı hayatıma, kaybettiğimiz en büyük değerlerden biriyle, "Huzur" konusu ile başlamak, Milat okurları için de o sabahın hatırasını sayfaya düşürmek istedim.
Aslında değil sayfalara; defterlere, kitaplarau2026 kütüphanelere bile sığmayacak olan bu mevzu, benim nazarımda en büyük ama saklı yarası halini aldı insanlığın. Sabahın sessizliğinde tarlaların, çeşme başlarının, çamaşır kazanlarının, ekmek ocaklarının beklediği, akşamın tenhasında yer sofraları etrafında bağdaş kurup sohbete doyan ve çokta uzak olmayan zamanlarda yaşayan o insanları bizden huzurlu kılan neydi; düşünür oldum çokçau2026 Genellikle rahat ve temiz alanlarda mesleklerini icra eden ve her gün biraz daha rahatla buluşan beylerimizu2026 Her türlü imkan ve konforu hayatları içerisine hapseden hanımlarımız, azlıkta bile yokluğun her çeşidinden uzak tutmaya çalıştığımız çocuklarımız; rahmet kadar zahmette de şükreden insanların gülen yüzlerini nerede bıraktı? Ne oldu da bize ki hayatlarında buhran izi taşıyan, hep hayıflanan, hep şikayet eden, hep ağrıyan-ağrıtan insanlar halini aldık? Ne zaman ki teknolojinin sunduğu imkanları "daha çok hizmet" şuuru içerisinde kullanmaktan vazgeçip evlerimizin içinde birbirimize, dışarıda da başka diyarlarda açlık çeken insanlara yabancı kaldık, o zaman kaybettik maneviyat ikliminde nefes almayı.
Dilimizdeki şarkı hep zamana yetemediğimizi söylüyor, zamanın bereketsizliğini anlatıyor şikayeti şiar edinen sözlerimiz. Acaba zaman mı bize yetmiyor, biz mi zamanı daralan yürek koridorlarımıza yetiremez olduk?
Eksik kalan tarafımız huzuru2026 Onu nerede, hangi zamanlarda kaybettik bilinmez ama bulmak için aradığımız yerler doğru adresler değil..