''Bu gidiş nereye?..''
“Zülfü Livaneli’nin ‘Huzursuzluk’ romanında bir bilge soruyordu:
“Harese nedir bilir misin oğlum?
Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir.
Harese şudur evladım.
Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani.
Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır.
Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar.
Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar.
Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider.
Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve.
Bunun adı haresedir.
Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir.
Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında ‘kendini öldürdüğünü’ anlamaz.
Kendi kanının tadından sarhoş olur...”
Harese, hırs, ihtiras, haris, muhteris, tüm bunlar bu günümüze ne söyler?
Yukarıdaki alıntıyı tam da bu zamanlarımıza gönderiyorum. Yazar bu mevzuyu yani hırsı, ihtirası, açgözlülüğü Ortadoğu halklarına bağlamış. Tabi o görüş onu bağlar. Ben bu harese olayını yani develerin dikenleri yemelerini daha evrensel düşünüyorum.
Modern zamanlar, insanın ikinci düşüşünü gerçekleştirdi. İlk cennetten düştü insan, ikinci düşüşü ise modern çağın tam ortasına dünyada kendine cennet tasavvurunu inşa etmesiyle başladı. Tabi önce cennet olarak inşa etmeye çalıştığı dünyaya uygun bireyi inşa etmekle başladı. İnsanı diyemiyorum, çünkü insan yaratılmış yüce değerlere bağlı esfeli safilin durağından ahsen-i takvîm durağına yükselmiş olan Allah’ın halifesidir.
Haris bir şekilde dünyayı kuşatan modern insan şimdi dönüp baksa neler yapıp ettiğine, dünyayı ne hale dönüştürdüğüne… Ama işte Kur’an’da zalim ve cahil olarak tabir edilen ve emaneti omuzlayan da dağlara ağır gelen emaneti yüklenen de o değil mi?
Bu mezkûr alıntıyı Tekasür Suresi’nin berceste ayetleri ile okuyunca daha farklı açılımlar da olabiliyor. “1- O çokluk kuruntusu sizleri oyaladı, 2- Ta kabirlere kadar gidip ziyaret edişinize kadar! 3- Öyle değil, ileride bileceksiniz! 4- Sonra yine öyle değil, ileride bileceksiniz!”
Çokluk kuruntusu ile kapitalizmin acımasız dişlileri arasında sıkışıp kalmış modern insan. Ve tüketmiş, tabiatı tüketmiş, doğanın o muhteşem doğal dokusunu tüketmiş, yediği gıdanın özünü tüketmiş sonra kendini tüketmiş. Tüketerek, tükenerek geldiği nokta burası ey dostlar. Sonra soruyor ya Rabbim:
“Bu gidiş nereye, Fe Eyne Tezhebun?” (Tekvin – 26)
Bu gidiş nereye dostlar, şimdi tam zamanı şimdi, duralım yaşlı dünyamızın tam ortasında ve soralım kendimize, “bu gidiş nereye?”
Yukarıdaki deve örneğini şu zamanımızda emperyalizmin en güçlü odaklarını düşünerek yorumlayalım. Amerika’nın yıllardır ne işi vardı Irak’ta, Suriye’de, İngiltere’nin, Fransa’nın ve dahi tüm Batı’nın ne işleri vardı Ortadoğu’da. Doymak bilmeyen bir açgözlülükle yıllardır sömürüyorlar. Tüm aç gözlülükleri ile saldırdılar, saldırdılar durmadan silahlar ürettiler. Sonra o silahları birbirlerine düşman olmuş halklara sattılar. Karlı alışverişler yaptılar. İnsanlığın sonunu hazırlayan büyük bombalar ürettiler. Ve Hiroşima gibi büyük ağıtlarla yandı insanlık. Yazıklar olsun ki modern insan savaşmayı öğrendi, muhteşem buluşlarla, bombalar üretti son teknoloji ile… Ve kendi sonunu kendi hazırladı…
Ama dostlar Rabbim Adil olandır. Kimsenin canı yansın istemeyiz. Masumlar ölmesin, zarar görmesin isteriz. Ama işte hem dünyayı kana bulayan İsrail gibi büyük güçlerle birlik olan Batı yıllardır yetim kanına doymuyor.
Şimdi ise küçücük, belirsiz, yine insanın kendi azmışlığından, doymak bilmeyen nefsinden türemiş bir virüs nasıl da ambargo koydu tüm hayatlara, tüm hayallere, tüm yaşamlara… Oysa az kalmıştı, bilim ve ilim çağının zirvesindeydi modern insan. Ölüme bile çare aradığı zamanlara doğru hızla ilerliyordu.
Yine manidar manifesto gibi bir ayeti bırakayım tam buraya :
“Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah’tandır" de. Ne oldu bu adamlara ki bir türlü sözü anlayamıyorlar!” (Nisa Suresi – 78)
Şapkamızı önümüze alıp düşünelim dostlar, mübarek zamanlardayız. Ramazan ayı mahzun ve garip geldi… Camiler kapalı, mescitler kapalı, Kâbe artık misafir kabul etmiyor. Efendimizi ziyaret yasak. Yüreğimiz yanıyor dostlar, yangın yeri yüreğimiz… Neden geldi bu yasaklar diye düşünelim.
Soğukkanlı bir şekilde insanlığımıza, kulluğumuza, yaptığımız ibadetlerimize, evimize, çocuklarımıza, dostlarımıza, akrabalarımıza başka türlü bakalım dostlar.
Nerede hata yaptık, nerede eksik yaptık. Önce kendi kendimizi sorgulayalım, önce kendimizi tamir etmeye çalışalım, tamamlamaya çalışalım. Rabbimize gönülden iltica edelim, hemen teslim olalım…
Ve şimdi, işte şimdi tam zamanı, salih amel olarak ne varsa onu yapmaya gayret edelim. Tekrar sesleniyorum, olanlar olmayanlarla paylaşsın. Evlerinde kiracıları olanlar var. Pek çok evleri olanlar var, binaları olanlar var, yığınla paraları olanlar var. Allah onlara vermiş ama ne için vermiş şimdi bunun muhasebesini yapsınlar. Ve Allah’ın bize verdikleri hiçbir şeyin sahibi değiliz dostlar. Ama hiçbir şeyin. Şimdi acı günler yaşıyoruz. Bunlardan ibret alalım.
Haydi, dostlar tam da Ramazan gelirken, hac yolcuları, umre yolcuları, yığın yığın bankalarda parası olanlar, malı olanlar, birkaç şehirde yazlıkları, kışlıkları, kat kat binaları olanlar haydi şimdi tam zamanı yetimi görün, sahipsize sahip olun, kiracınız varsa almayın kiraları ne olur ne kaybedersiniz. En büyük kazancı ve alışverişi yaparsınız dostlar. O zaman işte Rabbinizle en anlamlı alışverişi yapmış olursunuz.
Haydi, vermeye, haydi çare olmaya, haydi erdemler kuşanmış ve soylu, onurlu bir hayata…