'Boşluk'tan çıkan din
İnsanın dünya ile temasa geldiği tüm ilişkilerde bir boşluk doğmaktadır. Bu boşluk ancak Tanrı ve vahiy ile doldurulabilir ve bu boşluk asla sosyal bilimsel anlamda bir “açıklama” ile kapatılamaz. Bu boşluğu Tanrı ile doldurmayanlar insan ile doldurmaya çalışmaktadırlar. Halbuki sınırlı bir varlık olarak insanın bu boşluğu dolduracak kapasitesi yoktur.
Modernlik bir yandan insan ile dünya arasındaki sürtünme katsayısını artırarak, dünyayı insanın yegane mekanı haline getirirken, diğer yandan insan ve onu çevreleyen her şeyi insani kategoriler içinde izah etmeye yeltendi. Hegel “akli olan gerçektir, gerçek olan aklidir” derken dünyanın açıklamasının akli kategoriler içinde mümkün olacağını söyledi. Fakat insan ve dünyanın gerçekliği aklın kategorileri içerisine sığdı mı? Tabii ki hayır. (Bu cümle aklı eleştirmek olarak alınmamalı) İşte tam da bu sebeple modernitenin doruk noktasının aşıldığı sınırlarda yani 20. Yüzyılın başında Batılı filozoflar tekrar varoluşa odaklanmak zorunda kaldılar. Heidegger nihayetinde “bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir” dediğinde bu boşluğun insan tarafından doldurulamadığını itirafa mecbur kalmıştır.
Peki bu durumda dinin bugünkü konumu ve geldiği yeri nasıl değerlendirmeliyiz? Öncelikle dine olan referansların azaldığı bir zaman dilimindeyiz. Bunu birkaç sebebe bağlı olarak analiz edebiliriz. Birincisi, Charles Taylor’ın meşhur kitabı “Seküler Çağ”da dile getirdiği üzere geleneksel dönemden farklı olarak din alternatiflerden bir alternatif haline gelmiştir. Bu, sekülerleşme dediğimiz bir sürece tekabül ediyor.
Bugün “sekülerleşme” dediğimiz andan itibaren bu kavramı anlamlı kılacak birkaç gelişmeden bahsetmeliyiz. İlkin, geçen yüzyılın başından bu yana dinlerin giderek etkisini tamamen yitireceği ve yok olacağı şeklindeki beklentiler gerçekleşmedi. Dolayısıyla insanoğlunun kendi yapıp etmelerine dayanarak dinlere elveda demesi söz konusu değil. Hatta sosyologlar arasında desekülerize denilen bir süreçten de bahsediliyor.
Diğer yandan, postmodern süreçte klasik dini anlayışlardan farklılaşmış yeni dinsel formlar ya da soft dinler kendisini göstermeye başlamıştır. Bu gelişme yukarıda bahsedilen süreçle uyum içerisinde görülebilir. Bir başka deyişle, klasik dini formlardan uzaklaşma ile birlikte (ki bu bir boyutuyla sekülerleşme süreci olarak da gözlemlenmektedir) yeni soft dinlere ya da dinimsi yapılara eğilimler artmaktadır.
Diğer bir faktör de, özellikle dünyanın farklı yerlerinde dinlerin gündelik sosyal ve siyasal hayatta çok başarılı deneyimler oluşturamaması da dinlere olan mesafenin bir başka sebebi olarak zikredilebilir. Fakat önemli nokta şudur; bugün kurumsallaşmış geleneksel dinler kendilerini yegane otorite olarak görerek yollarına devam etmek isterken, postmodern bir iklimde oluşan “din pazarı”nda otoriter tarz ve cevap vermekten azade bir şekilde yer alamayacaklarını henüz kavrayabilmiş değiller. Taylor’ın “din alternatiflerden bir alternatif” haline geldi derken kastettiği modernliğin sunumladığı hayattır. Ancak post/modern formatlarla görünür olan “soft din”ler de bireye en azından paketlenmiş arzular sunarken bir başka alternatif olmaktadırlar. Bir de bunlara kurumsallaşmış dinlerin küreselleşen ekonomi politik içindeki gelişmelere cevap verme kapasitesindeki zayıflığı eklemeliyiz.
Peki tüm bu süreçler dinlerin geleceğinin olmadığını mı bize söylüyor. Açıkçası insan ile dünya arasındaki boşluk, her halükarda dinlerin lehine olan bir durumdur. Sınırları dünya olan düşünce ve ideolojiler, bu boşluğu dolduramayacaklardır. Soft dinler ise, bir müddet sonra hiçbir iddiaları olmamaları sebebiyle boşa çıkacaklardır. Dinler ise yeni durumlara cevap verebilme kapasitesini artırdığı oranda insanlar için vazgeçilmez adres olarak konumlanacaklardır.