Bölgesel siyaset ve dış politika (2)
Yıl 1996. Yer, Refah Partisi Ankara Balgat’ta bulunan merkez binası. Hemen bitişikteki camide yatsı namazı sonrasında, bilvesile ile orda bulunan Türkiye'nin değişik illerinden gelen misafirlerle beraber, namazı beraber kıldığımız değerli hocamız ile beraber, o geceki programına katılmak için merkez binaya geçtik.
Hocamızın o gece anlattığı iki anekdot, devlet yönetiminde basiret
kavramının ne denli önemli olduğunun kavranması açısından dikkate
değerdi.
1951-1952 yıllarında İspanya Hükümeti, Türkiye'den çok yüksek
miktarda odun kömürü satın almak istiyor.
O güne kadar, İspanya'ya yapılan ihracat kalemleri arasında yer
almayan bu talebin bir de özel şartı vardı:
Kömürler İskenderun'dan Saroz Körfezi'ne kadar Akdeniz ve Ege
sahillerinde doğada kendiliğinden yetişen "delice" ağacından elde
edilmesi isteniyordu.
‘'Delice'' ağacı, aşılanmamış zeytin ağacıdır.
İstek, dönemin hükümeti tarafından yüksek getirisinden dolayı sevinçle
karşılanıyor, bol miktarda bulunan delice kömürü ihraç edilmeye başlanıyordu.
O günleri gören görgü tanıklarının anlattıklarına göre,
limanların üzeri gemi yüklemeleri sebebiyle kara bir bulut ile kaplanıyor göz
gözü görmüyordu.
O yıllarda Ankara'da görev yapan ABD Ticaret Ataşesi, dönemin
Dışişleri Bakanı'na ihraç edilen kömürün İspanya tarafından nasıl
değerlendirildiği ya da nerelerde kullanıldığını araştırıp araştırmadıklarını
soruyor.
Aldığı cevap, getirisinin önemli olduğu, nerede kullanıldığının
Türkiye'yi ilgilendirmediği şeklinde oluyor.
Bunun üzerine ataşe konuyu kendisi araştırıyor ve otoyollarda
dolgu malzemesi olarak kullanıldığı bilgisine ulaşıyor. Bununla yetinmeyip
ABD'de tanıdığı mühendislerden bilgi alıyor ve otoyolda kömür dolgusunun bir
yararı olmadığını öğreniyor.
Öğrendiklerini Bakan'a iletiyor, Türkiye'nin rahatsız
olmadığını, gelirden dolayı memnun olduklarını söylüyor, konu kapanıyor...
Delice ağacının zeytin aşılamak için en uygun ağaç olduğunu
bilenler Türkiye'ye oyun oynamışlardı.
Sonuç olarak; İspanya, dünyanın
en büyük zeytinyağı ihracatçısıdır ve ne tesadüf ki, aynı yıllarda Türkiye
margarinle tanışmıştır.
Yıllarca, Marshal yardımı veya NATO’nun Türkiye ye yaptığı askeri
yardımlar kategorisinde gönderilen uçak ve zırhlı araçlar ile ilgili.
Yardım şartnamesinde yazılı küçük bir detay, M.C. Hükümeti
döneminde rahmetli Erbakan hocanın dikkatini çekiyor.
Bu küçük detayda, hibe olarak verilen askeri uçak ve
ekipmanların yedek parça ihtiyaçlarını; Türkiye, hibeyi yapan NATO üyesi
devletten karşılamak zorundaydı. Buraya kadar her şey normal / gibi / görünse
de.
Birincisi, verilen uçak ve araçlar NATO’nun yıllarca kullandığı
ve eskittiği uçak ve araçlardı.
İkincisi, hibeyi yapan ülkeler, ihtiyaçları olan uçak ve savunma
araçlarını, yeni ve dönemin en son teknolojileri ile değiştirdiğinden,
ellerinde kalan, bu eski araçları NATO yardımı diye bize veriyorlardı.
Hemen ardından, yapılan bir araştırma ve istatistikte, son üç yıl içerisinde, bu uçak ve araçların
yedek parçalarına verilen para ile bunların son teknoloji ile üretilmiş
yenileri alına biliniyordu.
Ne kadar acı?
Bizim mahalledeki, Bakkal Hasan amcayı bile bu şekil bir
ticarette kandıramayacak olanlar, yıllarca bir başkenti kandırabilmişlerdi.
Başkentler, Basiret ile yoğrulunca her şey farklılaşır ve
değişir.
Basiretsiz başkentlerden, basiretli başkentlere dönüşün
sonuçlarından biridir, Büyük Devlet olmak veya olabilmek.
Zira dış politika bir ülkenin dış dünya ile
siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri başta olmak üzere her çeşit ilişkilerinin
yönetimi olarak da tarif edilebilir. Bu çerçevede, dış ekonomik ilişkiler
özellikle Batı dünyasında dış politikanın her zaman en önemli unsurlarından
biri olagelmiştir.
Avrupa tarihi dini-siyasi hakimiyet
savaşlarının olduğu kadar ticari ilişkiler oluşturma ve ekonomik nüfuz yayma
çabalarının da tarihidir. 18. ve 19. asır klasik diplomasi dönemlerinde,
İngiltere imparatorluğu ve diğer emperyalist-kolonyalist güçler, etkili ve söz
sahibi devlet olmalarını silah güçleri yanında güçlü/bağımsız ekonomik güce
sahip basiretli dış politikalar yürütebilen başkentlere sahip olmalarına
borçluydular.