Bizim Dünyamız
Kopuşların, kırılmaların, geçişlerin, altmışların, yetmişlerin, seksenlerin ve hatta doksanların dünyasıydı. Zaman sanki orada, tam da bu noktada geçmişi, şimdiyi ve geleceği buluşturmuş, bunlar arasındaki perdeyi sonuna kadar aralamış, çizgileri silmişti. Babalarımızın dünyası ikindi vaktine özgü soluk bir gölge olarak üzerimize abanmışken çocuklarımızın dünyası da henüz doğmamış günün kendine özgü katılığıyla sıkıştırıyordu bizi. Altmışlar ve yetmişler bir fondu, bir karanlık çağ esintisi, bir imgeler, imajlar, mitolojiler evresi. Bazılarımız çocukluğunu altmışlarda, bazılarımız yetmişlerde yaşadı. Seksenler artık bizim için bir akıl erme, büluğa ulaşma, zihinden içeri keyif ve acının usulca sızdığı başlangıç noktası, önsözden sonraki “giriş”ti. Hiç kuşkusuz ve elbette bir şeyler olmuştu çocukluğumuzda; binlerce yıl öncesinden icat edilmiş, sıranın bize geldiği sokak oyunlarımızın arasına bizden uzakta, birilerinin, bir yerlerde, bizden habersiz yazdığı senaryolar sinsice sızıyor, henüz sertleşmemiş bilincimize bizden önce ve belki de bizim için sahneye çıkan ağabeylerimizin, ablalarımızın hüzün tütsüsü yayılıyordu. Ki onlar, göz gözü görmeyen çıkmaz sokaklarda sayısız koşturmacalara yenilmiş, pes etmeseler de çaresizce köşelerine çekilmişlerdi. Göz gezdirdiği gazeteden, okuduğu kitaptan, söylediği sözden, yaşadığı mahalleden, bıraktığı bıyıktan, uzattığı sakaldan hüküm giyip kör sokaklarda serseri kurşunların kurbanı oldu kimileri, kimileri daha hayatı tanımadan, güneşe ısınmadan soğuk zindanlarda açtı gözlerini ve bir daha hiç göremedi ışığı... Boynu asılmaya elverişli olmayanlara yumuşak jelatinler, boyu asılmaya uygun olmayanlara alçak sandalyeler ısmarlandı ve yaşları büyültüldü mahkeme salonlarında mahkemesiz kimilerinin, imha edildiler hep birlikte; doğdular, asıldılar, öldüler... Biz çocuktuk ve sadece metruk binalara, yarım yamalak çevrelenmiş gecekondu duvarlarına ne anlamını ne de bağlamını bildiğimiz yazılar yazıyorduk. Slogan yazmayı, kompozisyon yazmadan önce öğrenenler bizleriz. Kelimelerin ağırlığını bilmeden kucağını kelimelerle dolduran, kelimelerin altında ezilip kelimelere can veren de bizlerdik. Kelimelerin korkuttukları, kelimelerden korkan, cümleyi deri altına, bilinçaltına, damarların arasına sıkıştıran bizler…
Ömür tarihimizin karanlık çağ sonrası dilimini oluşturur seksenler. Orada olup da bilmediğimiz, farkına varmadığımız ama aynı zamanda müdahale edebildiğimiz hiçbir şey yoktur. Kimimiz ilk, kimimiz orta, kimimiz lise tahsilindeydi o yıllar. Ve üniversite henüz uzak ufuklarda eğleşen küçük, belirsiz bulutlar gibi yabancıydı. Üstümüzden koca bir askeri darbe geçmiş, bizden önceki neslin kahrı göğümüzü baştan başa sarmış, müfredatlarımıza milli güvenlik dersi konmuştu. Haftada bir üniformalı öğretmenlerimiz ‘dikkat!’ eşliğinde sınıfa giriyor, askerlik anılarını anlatarak ruhumuzu dedelerimizin savaş hikayeleriyle dolduruyordu. Bütün komşularımızın düşman olduğunu o zaman öğrendik, Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığını, büyük balığın küçük balığı yuttuğunu, insanın insanın kurduğu olduğunu o zaman… Ne Cumhuriyet ne Tercüman, yaşasın Tan, yaşasın Bulvar gençliğiydik. Tan ve Bulvar gazetesi okuyucuları olarak şekillendirilmeye çalışılan birer gençlik adayıydık hepimiz. Resimler yazıların, gövdeler cümlelerin yerini alıyor, bedenler ruhların, gözler beynin etrafını sarıyor, görsellik düşünselliğin egemenlik alanını kuşatıyordu.
Bizim dünyanın en uzun zaman dilimidir seksenler. Yeşil Çam orada durur, Tarkanlar, Battal Gaziler, Hababam Sınıfları, Züğürt Ağalar… Bonanza’lar, Dallas’lar, Yalan Rüzgarları bazı mahallelerde siyah-beyaz, bazılarında rengarenk orada eser, bir yolunu bulup cildimizden içeri girer, ileride nerede, ne zaman, nasıl ortaya çıkacağını bilmediğimiz kuytularımıza yerleşirdi. Ve elbette orada durur Humeyni Devrimi, Irak’ın İran’ı, Rusya’nın Afganistan’ı işgal girişimi. Mücahitler, Hikmetyar’lar, Savaş Ritimleri hepsi düşman olan komşularımızın yerine hepsi dost olan yeni komşuların habercisidir… Mahallelerimizden, oyunlarımızdan, geçmişimizden, dedelerimizden yavaş yavaş kopuyor, gazetelerimizden, radyolarımızdan, okullarımızdan, babalarımızdan sessiz sedasız uzaklaşıyor, televizyonlarımıza, dizilerimize, evlerimize, eviçlerimize yaklaşıyorduk.
Doksanlar yetmişler ile seksenlerin bir sentezi gibiydi. O sentezin ürünü olan bizler ya seksenlerin sonunda veya doksanların başında artık dünyayı da Türkiye’yi de okuyabiliyor, bu büyük oyunlar sahnesinin geçmişini de geleceğini de senaryosunu başkalarının yazdığı oyunun figüranı olduğumuzu biliyorduk. Artık tamamen farkındaydık. Dünya çoktan parsellenmiş, sıra bilinçlerin parselasyonuna gelmişti. İstendiği zaman evimize de mahallemize ve şehrimize de müdahale edilebilen ve ancak ve sadece ülkemize müdahaleye cevap verebileceğimiz bir içgüdüyle geçirdik gençliğimizi… Artık silahlar bir mahalleden öteki mahalleye değil, bir ideolojiden öteki dünya görüşüne değil devlet adamlarına, iş adamlarına, gazetecilere, aydınlara çevrilmiş ve kaos çok daha profesyonel hale getirilmişti. Atmosferimizi hiç terk etmeyen kara bulutlar, yanına 28 Şubatları almayı unutmadan apansız korku olarak dolaşıp durdu bu yıllarda ülkemizin ufuklarında. Belki de bu korkuyla evlerimiz yıkılıp apartmana, mahallelerimiz yıkılıp sitelere, şehirlerimiz tarumar edilip modern kentlere, bilinçlerimiz parçalanıp tek kişilik çıkarlara dönüştürülürken sesimizi bile çıkaramadık. Sesini çıkaranların yanında duramadık.
Çocukluk ve yaşlılık bir tarafa bırakılırsa otuz yıldır insan hayatı. İlk on yılı anlamaya, ikinci on yılı teori kurmaya, üçüncü on yılı uygulamaya adanır. Bizim dünyamız sessizce anlamanın, gürültüyle teori kurmanın, teorisine kederle ihanet etmenin adıydı. Bizim dünyamız az gidilen, uz gidilen, dere tepe düz gidilen “sonra bir de baktık hiç yol alamamışız”ın adıydı. Üç perdelik bir oyundu yani: Sus, konuş, söylediklerini inkar et… Suskunluk ile inkar arasındaki vadilerden geçmek gibiydi bizim dünyamız…