Bizi 'kader mahk\u00fbmu' olmaya kim razı etti?
Üstat Necip Fazıl; zamanın kıymetini bilen, mekanın emanetçisi olan, dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı olan bir gençlik aradı.
Bizler de zamanın kıymetini bilmeden, mekanın bekçiliğini yapmadan bu kutlu bekleyişe katılan büyüklerden olduk.
Yaşadıklarımızı din sanıp dilimizi korumadık. Beynimizin sahibi olamayıp ilim yaptığımızı düşündük. Zamanla her şeyimizi de kaybettiğimizi bilemedik.
Evimizin yolunu şaşırdık. Kinin ve öcün ne olduğunu bildiğimizi sandık. Zanlarımızın altında ezildik. Ezile ezile bu zillete alıştık. İnsanlığın bitişine de şahit olduk.
Hep bir bekleyiş içindeydik. Birileri gelecek ve bizlere doğruyu anlatıp yaşantısı ile örnek olacaktı. Önden gitmesinin yanında arkadan da devamlı bizi itecekti.
Hayatımızı bu bekleyişlere kurban ettik. Her zaman biz doğru yaptık. Her olumsuzu yapan ya da bizim yapmamıza sebep olanlara da lanet okumayı ihmal etmedik.
Yaşadığımız devrin en büyük söylemi istediğimiz gibi yaşamamızdı. Hesap vermek de ne demekti. Bize kim hesap sorabilirdi?
Bu beden bana aitti. İstediğimiz gibi kullanabilirdik. Düşünecektik ve düşündüğümüzü hayata geçirmek için ne gerekiyorsa yapacaktık. Yapmazsak asla kendimizi af etmeyecektik. Başarılı olmamız için öncelikle kendimizi ve toplumun kurallarını aşmalıydık.
Kendimiz olmak zorundaydık. Kimseye verilecek hesabımız yoktu. Başarı basamaklarını çıkarken herkesin üzerine basarak çıkabilirdik. Hedefimize ulaşmak için her şeyi yapabilirdik.
Zira zirvede olanların hikayesini hep bu şekilde okumuştuk.
Sınırlar ve görevler belirli değil, sorumluluklar ise hiç yoktu. Halbuki sorumluluğumuzun farkında değilsek ne sınır ne de görev bilebilirdik. Evlendik, çoluk çocuğa karıştık lakin evde bir yer edinemedik. Anne babamıza iyi evlat olamayınca ne iyi bir eş, ne de anne- baba olabildik.
Zira zaman geçmişe göre daha kötü diyerek bu günlere eriştik.
Bir yandan mütemadiyen şikayet ettik. Bir yandan da hem konuştuk, hem de yazdık. İyilik adına ne varsa edebiyatını yapar olduk. Güzel bir şeyler duyduğumuzda hayranlığımızı da ifade eder olduk. Bunun yanında yaşanan güzellikleri ancak hikayelerle anar olduk.
Kulaklarıyla güzelliklere şahit olanların söylemleriyle insanlığın hala bitmediğine de şahit olduk. Olay görenin ifadeleriyle şu şekilde olmuştu;
"Ben lokantada oturmuşken telefonla konuşan bir adam birden sevinç çığlıkları atmaya başladı. Konuşmasını bitirdikten sonra garsona:
-Burada olanlara hepsine benden pilav üstü kebap ver! 18 yıl aradan sonra baba olacağım!
Bir kaç gün sonra aynı adamı sinemaya giderken elinde 3-4 yaşında bir çocukla bilet kuyruğunda gördüm. Çocuk ona baba diyordu. Adamın yanına gidip o günkü işinin hikmetini sordum.
Adam utana sıkıla olayı anlattı.
-O gün yan masada yaşlı bir çift vardı.
Yaşlı kadın menüye baktıktan sonra eşine: 'Keşke bu gün pilav üstü kebap yiyebilsek' dedi. Kocası da hanımının yanında utanarak ancak çorba alacak paralarının olduğunu söyledi. Bunu duyunca üstüme kaynar su dökülür gibi oldu. Bende o yapmacık telefon konuşmasıyla onlara pilav üstü kebap almak istedim.
Ben adama:
-Peki niye herkese yemek verdin?
Adam ciddileşerek:
-Ben bütün malımın gitmesine razıyım ama bir insanın izzeti nefsinin rencide olmasına razı değilim. Eğer o yaşlı adama açıktan yardım etseydim hanımına karşı çok mahcup olacaktı. ondan dolayı öyle yaptım."
Hala bu devirde de böylesi güzellikler vardı. Sorun ne zamanda ne de mekandaydı. Ancak zamanı ve mekanı sorun olarak gören, mutsuzluğuna ve beceriksizliğine kulp arayan bizlerdeydi.
Gerçekten bize ne olmuştu?
Bizi kim ve nasıl bu hale sokmuştu?
Kader mahku00fbmu olmaya bizi kim razı etmişti?
Acaba çift dünyalı düşünüp yaşamadan bu gidişe "dur" diyebilir miydik?