Bize kızan genç…
Elazığ’da genç kardeşlerimize hitap ediyoruz…
“Günlük politika” işlerine girmeye pek niyetimiz yok; “tefekkür, ilim, teenni ve hilm” hattından ilerleyip bitirme niyetindeyiz, öyle de yapıyoruz ama sorular hep “gündeme” dair.
Biz de dilimizin döndüğünce cevaplıyor, “Beka meselesi” başlığı altında toplanabilecek mesajlar veriyoruz…
Bir genç…
Arka taraflardan ısrarla el kaldırıyor…
“Buyurunuz efendim” diyoruz…
Sert çıkıyor:
“Böyle böyle diyorsunuz ama memlekette muhalif medya bırakmadınız ki, her konuşanı susturdunuz, susturuyorsunuz!..”
Gencin beyninde içi birileri tarafından doldurulmuş bir tablo var; ‘Kültürel İktidar” yani “derin sol” ne söylemişse ona inanmış, tek taraflı beslenmiş bir memleket evlâdı.
Aynı lâfları, otobüste, minibüste, çarşı pazarda, her yerde işitiyoruz.
“Ak Parti çevreleri” sessiz, kabuğuna çekilmiş halde ve her yerde bunlar konuşuluyor…
“Memleketi batırdılar, her konuşanı susturdular!” muhabbeti çok yaygın, toplu ulaşım vasıtalarında bunların gazetelerinin “saldırgan” manşetleri, iftiraları özellikle dikkat çekiyor…
Ellerde hep bunlar; etrafa özellikle gösteriyorlar, “bayrak” gibi!..
Elazığ’daki genç de etkilenmiş haliyle ve bizi de “Bir tabelaya hapsetmiş” vaziyette.
“Siz AKP’liler!” diyor…
Hani, ne olmadığımı anlatma çabası içine girmem de, mesele parti meselesi mi?..
Partililik ya da particilik bizim işimiz mi?..
AK Parti’nin her yaptığının ve her yapmadığının hesabını vermek gibi bir vazifemiz mi var; hangi politikası bize sorulmuş ki, niye sorulsun ki, topyekün mesuliyet, topyekûn savunma pozisyonuna niye düşelim ki?..
İşte, bazı noktalarda net bir şekilde destek veriyoruz “Memleket meselesidir” diyerek ve bazı noktalarda da en net karşı çıkışlar da bizden geliyor, yine memleket meselesi.
Neyse; “Böyle böyle diyorsunuz ama memlekette muhalif medya bırakmadınız ki, her konuşanı susturdunuz, susturuyorsunuz!..” diyen genç ile muhabbetimize gelelim; bizi kafasındaki şablonlara yerleştirdi ama orası önemli değil…
Bir de işin aslı, fesline bakmalı.
“Sert çıkan” gence diyorum ki;
“Bakın, böyle bir soruyu bekleyerek gelmedim, dolayısıyla hazırlıklı değilim… Şimdi… Elimde şu cihaz, muhalif gazetelerden birinin Sayın Erdoğan hakkındaki manşetlerine şöyle bir göz atalım…”
Böyle dedim ve arama motoruna “kaynak kelimeleri” yazdım; ismini verdiği “gazete”nin Sayın Erdoğan’ı ve ailesini hedef alan manşetlerine ulaştım…
Aile boyu ne hücumlar, ne saldırılar, ne hakaretler ki; zamanın Cumhurbaşkanları Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’e “hakaret iması”nda bulunduğumuz iddiasıyla ne davalar açılmıştı hakkımızda…
Buralarda ima filan yok, bodoslama hakaretler var; tahkir, tezyif bini bir para.
Diyorum ki gence:
“Ya Allah aşkına güzel kardeşim, daha ne densin istersiniz, ülkenin Cumhurbaşkanı’na daha ne kadar hakaret edilsin? Daha ne yazmak istiyorlar da yazamıyorlar, daha ne söylemek istiyorlar da söyleyemiyorlar! ”
Genç şöyle bir duruyor biz bunları söyleyince…
“Haklısınız, bu açıdan düşünmemiştim.” diyor.
Bize hak veriyor!
Programın bitiminde yanımızdan hiç ayrılmıyor ve vedalaşırken de sımsıkı sarılıyor..,
Ben, dönüş yolunda…
Düşünüyorum;
“Şu şunu demişti, bu bunu demişti; Vaktinde şöyle diyordun, vaktinde şöyle demiyordun… Sen ‘şu’sun, sen ‘bu’sun… ”
Böyle böyle nereye kadar?..
Yüksek ateşle ne kadar yaşanır ve ateşi düşürmek için ne yapmak gerekir?..
O gence ve milyonlarca gence kendimizi anlatamamışsak, kabahat bizdedir…
Dilimize ne kadar dikkat ettik acaba; hal ve hareketlerimizle nasıl mesajlar veriyoruz?..
“Algı operasyonlarından etkilendikleri için bizi yanlış tanıyor, yanlış biliyorlar!” gibi söylemlerde gerçeklik payı vardır ama “onlar” malûm algıları beyinlere, ruhlara yerleştirirken, “biz” ne yapıyoruz?
Dahası “biz” kimiz, “biz çerçevesi”nin içini nasıl dolduruyoruz?..
“Biz”in içine kimler giriyor, kimler girmiyor, net mi; hiç olmazsa “28 Şubat dönemindeki” kadar net mi?..
Önce kendini tanıyacaksın, zemine sağlam bir şekilde basacaksın ki, dışarıya verdiğin mesajlar tutarlı ve net olsun.
Çarşıda, pazarda, otobüste, minibüste, metroda, takside hep “sert muhalif” söylemlerle karşılaşıyoruz.
Birçok yanlış az sayıdaki doğrularla harmanlanıyor ve karşımıza çıkartılıyor…
Farklı görüşlerdeki insanların birbirlerini dinlemeye tahammülleri yok, “münazara” kültürü kalmamış; “dedin, dedi, demişti, demiştin” lâfları havalarda uçuşuyor.
İnsanlar geçmişte yanlış yaptıklarını kabul etmekten bile çekinir olmuşlar; “tövbe kapısı” son nefese kadar açık olduğu halde.
Oysa…
Ne güzel de anlaşabilir ve geniş ortak noktalarımız üzerinde ne güzel mutabakatlar sağlayabiliriz, değil mi ki bu vatan hepimizin.
Mesela…
Elazığ’daki genç her fırsatta arar beni ve hatırımı sorar…
Beğenmediklerini rahatlıkla söyler, güzel güzel konuşuruz…
Genç bana düşman olsaydı ve ben de gence, ne çıkacaktı bundan?..
Bu Ramazan, “dost”ları arttırıp düşmanları “azaltma” çabası içine girmeye ne dersiniz?..
Öncelikle “eski dostlukları” tazelemeye ve bir yandan da yeni “dostluklar” geliştirmeye…
Olmuyorsa, “düşmanlıkları törpülemeye” ne dersiniz?..
“Keskin sirke”yi biraz olsun yumuşatmaya ne dersiniz?