Bizdeki sanatçılar
Sanatçı, halka gösterilen yönüyle meşhur bir kişidir ve daha çok şarkıcı ve müzisyen anlamında bir karşılık bulmuştu. Zamanla halkın ekranlarda gördüğü popülaritesi yüksek kişiler de bu tanımlamanın içerisine girmeye başladı. Sinemada, tiyatroda kendisini kanıtlamış isimler de sanatçı kavramıyla karşılanır hâle geldi.
Kendisini sanatçı olarak takdim edenlerin arkasında ciddi
bir basın desteği ve güç vardı. Televizyonlarda, radyolarda, dergilerde,
gazetelerde kendilerini gösterenler sanatçı olmuşlardı. Sanatçı kavramı ne
yazık ki hak ettiği anlamı bir türlü bulamamıştı. Sanatçı, toplumun önünde ve
sürekli hayatı, düşüncesi, tarzı takip edilen bir kişi hâline gelmişti.
Gerçekten de sanatçı böyle mi olmalıydı? Sanatın temsilini gerçekleştiren,
üreten, kendine has tarzı olan ve eserleriyle var olan nice isim tanınmıyordu,
tanıtılmıyordu.
Özellikle televizyonun toplum üzerindeki etkisini düşündüğümüzde,
halkın televizyon ekranından gördüğü ve takip ettiği, hayranı olduğu birçok
isim sanatçı olmuştu. Bu etkileşim, rol model olarak düşünüldüğünde
gençlerimizi, insanımızı, hayatımızı, evimizi, yaşamımızı, tercihlerimizi
belirler hâle gelmişti. Toplum üzerinde bu kadar etkisi olan sanatçıların veya
sanatçı gösterilen kişilerin her yaptığı ettiği de normal görülür hâle
gelmişti. Sanatçıların yanlışları, aile hayatları, özel tercihleri, giyimleri
kuşamları toplumun çok çok dışında ve üstünde gösteriliyordu. Türkiye’de
sanatçıları yönlendiren ve sanat kavramını uhdesine alarak toplumu modernize
etmeye dönük hamleler gerçekleştiren ve toplum mühendisliğine soyunan perde
ardındaki güçler, ne yazık ki bu milletin tarihiyle, inancıyla, kültürüyle, düşüncesiyle
uyuşmuyordu. Zeki Müren’in tarzı tesadüfî değildir.
Tanzimat’tan itibaren başlayan bu dayatma ve toplumsal
hayata müdahale ile birlikte başlayan alafranga yaşam biçimi gitgide bizi
özümüzden, kültürümüzden uzaklaştırıyordu. Roman türüyle başlayan ve hayranlık
uyandıran Batı tarzı yaşam, tiyatromuza, sonrasında ise sinemamıza geçerek bizi
baştan aşağı şekillendirmeye başlamıştı. Sanatçı modernizmi temsil ediyordu.
Türkiye’de, özellikle sinemada başlayan bu değişim evimizin içine, ailemize
kadar girdi ve hayata bakışımızı değiştirmeye başladı.
Bugün gerçek manada sanat erbabı olup eser ortaya koyan ve
bizim klasik sanatlarımızı icra edenler “sanatçı” olarak takdim edilmedi, tanıtılmadı.
Türk-İslam sanatları unutturuldu, bu sanatların temsilcileri göz ardı edildi. Minyatür,
çinicilik, ahşap işçiliği, cam, taş işçiliği, tezhip, ebru, hat, bakırcılık,
dokumacılık… Tüm bu tecrübeyi yok sayıp, sanatın muhteviyatını ve kapsamını
daraltıp, modern sanat diyerek yeni bir ulus ve kültür var etmeye kalkışanlar,
sanıyorum istedikleri hedefe ulaştı. Asırlardır var olan ve konaklarımızda,
camilerimizde, hanlarımızda, kütüphanelerimizde görülen bu eserler, sanat eseri olarak görülmedi, bunların
temsilcileri ise sanatçı olarak kabul edilmedi. Bugün popüler kişiler bizi
gerçek sanattan ve sanatçıdan uzaklaştırdı, soğuttu.
Türkiye’de, özellikle zihniyet anlamında sol anlayışın
dayatmaya çalıştığı sanatçı profili beraberinde baskıyı ve çatışmayı da
getirdi. Sinemadan başlamak üzere değerlendirdiğimizde Yılmaz Güney gerçeği
vardır. Yılmaz Güney’in sosyal içerikli filmleri hepimizin takdirini kazandı.
Ancak büyük bir sanatçı olarak sunulan Yılmaz Güney’in özel hayatı, gerçek yüzü
hiçbir zaman ortaya konulmadı. Son derece şiddet yanlısı olan Yılmaz Güney,
adlî boyuta ulaşan saldırganlığı, filmlerindeki argonun çok ötesine varan
küfürleri gerçek sanat olarak sunuldu. Bugün de aynı görüş hükmünü devam
ettiriyor.
Sinema gerçekten yediden yetmişe bir toplumu değiştirmeye ve
dönüştürmeye en uygun bir iletişim kanalıydı. Bu gücü elinde bulunduranlar,
toplumun önüne koydukları aktör ve aktrislerle istediklerine kavuştular.
Türkiye, hafızalarda kalacak Gezi eylemleriyle karşı karşıya kalmıştı. Dikkat
edilirse toplumu etkileyen aktörler, sanatçı olarak sunulan meşhur kişilerdi.
Tahrip, sanatın hiçbir zaman amacı olamaz. Hele hele bir sanatçı asla tahripten
taraf olamaz. Ne yazık ki Türkiye’nin boğuştuğu hiçbir sorun bu sanatçıların
gündeminde olmamıştır. Bu kişiler, bir takım terör örgütlerinin propagandasını
yapmaktan da geri durmamışlardır. Vatanın bekası için canını verenlerin sesi
olamayan bu sanatçı (!) kitleler şiddet yanlısı olabilmişlerdir. Berkin Elvan’ı
dilinden düşürmeyenler, Yasin Börü’yü görmezden gelmişlerdir. Ali İsmail
Korkmaz’ı kahraman ilan edenler, Eren Bülbül’ü görmemişlerdir. Şunu açıkça
belirteyim ki hiçbir canlının öldürülmesini doğru bulmuyorum. Keşke hiçbir
çocuğumuz, gencimiz böyle bir sonla karşılaşmasaydı.
Şimdi sanat ve sanatçı kavramının gücünü anlamış olmalıyız.
Bugün muhafazakâr camianın gençlerinin de takip ettiği, sevdiği, okuduğu,
hayranlık duyduğu birçok sanatçı, yazar ne yazık ki bu toplumun değerlerinden
fersah fersah uzaktalar.
Türkiye’de daha çok “marjinal sol” ideolojinin etkisinde
olan sanatçı (!) kitle PKK’yı lanetleyememiştir. Şehit cenazelerine
katılmamışlardır ama teröristlerin cenazelerinde boy boy görünmüşlerdir. Çünkü
gerçek sanattan uzaktalar, varlıklarını borçlu oldukları güçlere tazim için
böyle yapıyorlar, minnet duydukları güçlerin emrindeler. Oysa sanatçı özgür
olmalı.
Ülkemizde geçen hafta çıkan yangınları görmeyen sözde
sanatçılar, Hocalı katliamını yapan Ermenileri savunabiliyor. Sanatçının
inceliği, güzelliği gösteren ruhundan uzak bu tipler değil sanatçı olmak ancak
soytarı olabilirler. Gerçi soytarılık da vaktizamanında önemli bir meslekti,
bir ihtiyacı gideriyordu ve soytarılar gülüp eğlendiriyordu. Bizdeki gerçek
sanatçılar ise ihmal içindeler.