"Biz ona yolu gösterdik; ya şükredici olur ya da nankör!.."
‘Hidâyet’, lügatte; irşad olmak, hak yolu bulmak ve doğru yola girmek manasında kullanılır. Dalâlet ise, hidayetin zıddı olup; şaşırma, kaybolma ve sapıtma anlamına gelir.
Dinde
ise hidâyet; küfür, şirk ve sapıklığın her çeşidini reddedip İslâm’ın aydınlık
yoluna girmek yani müslüman olmaktır. Dalâlet ise, İslâm’ın aydınlık yolundan
çıkmak ve -maazallah- kâfir olmak demektir. Hidayetin neticesi iman ve ebedî
saadet, dalâletin sonucu da küfür ve ebedî bedbahtlıktır.
İnsanın,
hidâyete ermesi ve hidâyet yolunda kalması için iradesini ve tercihini kullanması
gerekir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“De ki: “Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kur’an-ı kerim)
gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse, ancak kendisi için girer. Kim de
saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.” (Yûnus 108)
Ancak
her şeyde olduğu gibi hidâyeti yaratan ve nasip eden de Allahü Teâlâdır. Âyet-i
kerimede buyuruldu ki:
“Allah;
kimi saptırırsa, artık onu doğru yola sevk edecek hiçbir kimse bulunmaz.” (Ra’d 33)
Hidâyeti yaratan Allahü Teâlâdır.
Fakat hidâyetin vesileleri de vardır. Mesela samimi olarak hidâyeti istemek, mütevazı
olmak, iyi niyetli olmak, iyi kimselerle arkadaşlık etmek, nasihat dinlemek, faydalı
kitaplar okumak ve güzel şeyler düşünmek gibi işler birer hidâyet vesilesidir.
İnsan, cüzî iradesiyle bu güzel amelleri yaparak hidâyeti kesbeder. Allahü Teâlâ
da isterse, bu işleri yapâna hidayeti nasip eder.
Dalâleti yaratan da Allahü Teâlâdır. Yalnız,
bilinmelidir ki, Allahü Teâlânın bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi
arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa, kul iradesini ve
yeteneklerini dalâlete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk etmez.
Dalâletin de vesileleri vardır. Mesela
dalâlete düşmekten korkmamak, kötü yerlere gitmek, kötü kitaplar okumak, kafayı
kötü düşüncelerle meşgul etmek, kötü insanlarla bera-ber olmak, zâlimleri
desteklemek, katı kalpli olmak, kimseye acımamak, kibirli ve saygısız olmak
gibi işler de birer dalâlet sebebidir. İnsan, cüzî iradesiyle bu kötü işleri
yaparak dalâleti kesbeder. Allahü Teâlâ da dilerse, bu işleri yapanı
-maazallâh- dalâlete götürür.
Netice
olarak Allahü Teâlâ, hiçbir kimseyi cebren dalâlete götürüp saptırmıyor.
Bilakis O, “dalâleti’ insanların dilemesi ile yaratıyor. Bunun içindir ki,
Kur’an-ı kerimin birçok âyet-i kerimesinde “dalâlet” günahkârlara nispet
ediliyor ve insanların dilemesine vurgu yapılıyor. Âyet-i kerimelerde buyuruldu
ki:
“Allah
zâlimleri saptırır.”
(İbrahim 27)
“Doğrusu
Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (Mâide 67)
“Fir’avun,
kavmini saptırdı.” (Tâhâ
20)
“Sâmiri,
onları yoldan çıkardı.” (Tâhâ
85)
İşte
bu ayet-i kerimeler, “dalâlet”in insanın dilemesi ile olduğunu göstermektedir.
Gerçekten bu noktada Allahü Teâlânın insanlara bir zorlaması söz konusu
değildir. O, insana doğru yolu gösteriyor, tercihi ise ona bırakıyor. Âyet-i
kerimede buyuruldu ki:
“Biz ona yolu gösterdik; (artık
o,) ya şükredici olur ya da nankör.”
(İnsan 3)
Allahü
Teâlâ, insanlar için “dalâlet”i yaratıp, iman etmelerine engel olsaydı, onlara
kitaplar indirmenin ve peygamberler göndermenin bir anlamı olmazdı.
Fakat
kul sapıtmak istemesine rağmen Allahü Teâlâ, onu korursa bu lütuf; eğer fiili
onun isteğine göre yaratırsa adalet olur. Buna göre dalâlet (sapıtma) zorunlu
bir iş değil, kişinin fıskından ve günahlarından kaynaklanan bir durumdur. Aynı
şekilde “muttakiler”in hidayet üzere olmaları da salih olmaları ve iyi
hallerindendir.
Binaenaleyh
insanlar, itaatkâr ya da âsi olmak noktasında özgürdürler. Dolayısıyla onların
“muttaki” ya da “fâsık” olmaları da kendi cüzî iradeleri ve istekleri ile
gerçekleşmektedir.
Sonuç
olarak hidayetin yollarını kapatmak ya da açmak, akıllı bir varlık olan insanın
dilemesine bağlıdır. Bir de şu var ki, insanlarda hidayet ve iman asıldır. Dalâlet ve küfür ise,
iradenin su-i istimalinden doğan ve fıtrata aykırı olan arızî bir hastalıktır.
(El-İbâne an Usûli’d-Diyâne, sh. 75-79)