Dolar (USD)
32.60
Euro (EUR)
34.80
Gram Altın
2491.69
BIST 100
9470.92
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Birinci Meclis

Zâhid-i kişverî budem vâız-ı minberi budem

(Ülkenin zahidiydim; minberde vaaz ederdim)

Mevlânâ

Hayalen bir seyahate çıkacağız. Bir zaman şimendiferine binip, 1240’lı yıllara uzanacak, bilâd-ı Konya’ya varacağız. Kürsüden gönüllere akan bir insan-ı kâmil’i dinleyeceğiz. O’nun Yedi Meclis’inden (Mecâlis-i Seb’a) “Birinci Meclis”e bizler de dahil olacak, bize hisse-i muhabbetten neler düşecek, beraber şahit olacağız.

İşte yüzünde seher yeli gibi bir tebessüm, dilinde hakikat-âşinâ bir hitap var. Besmele’nin “bâ”sı ile başlıyor sözlerine. Sonra hamd ediyor âlemlerin Rabbine. Vasıtaya ihtiyaç duymadan âlemleri yaratan ve her türlü düşünce, söz, huy ve hâlden haberdar ve her türlü değişken sıfattan münezzeh olan Allah’a hamd ederek başlıyor sözlerine. Sonra nübüvvetinin güneş gibi insanlığı aydınlattığı ve nur gibi ışıl ışıl parlayan Furkân’nın kalbine indiği, yalanlayıcıların onu yalanlayarak bahtsızlığa düştüğü, doğrulayıcıların ise onu tasdik ederek bahtiyarlığa eriştiği peygambere selam ederek başlıyor sözlerine. Ve sonra gözleri derinlere dalarak birden ellerini kaldırıyor, “Rabbim! Senin rahmetinin geniş ovasına açtığımız umut tuzaklarımızı, mutluluk kuşları ile şereflendir. Bekçiler gibi aşk saltanatı damında davul çalan konuşmalarımızı şefkat kulağınla dinle” diyerek ağlıyor, yalvarıyor, yakarıyor. Sözlerine Senâî’nin şu sözleri ile devam ediyor: “Ey insan! Aldanış sarayında senin durumun Nişaburlu buz satıcısının durumu gibidir. Temmuz ayının sıcağında buz parçasını önüne koymuş bekliyor. Buzun müşterisi çıkmaz ve kendisi yoksuldur. Buz, sıcaktan erimeye başlar. Buz eridikçe satıcının da yüreği erimektedir. İç çekerek ağlamaya başlar ve şöyle der: Buzumu alan kimse olmadı ve buz eridi, sermayem buharlaşıp kayboldu.” Bu kıssayı dinleyenler, aldanış sarayı olan dünyayı der-hatır ettiler. Buz gibi eriyip giden şeyin ömürleri olduğunu düşündüler. Ellerinde tek sermaye olarak bulunan ve her yeni yılda, her yeni ayda, her yeni haftada ve her yeni günün sabahında buz gibi eriyen ömür sermayelerini çaresizce düşündüler. Akıp gidenin zaman değil, ömürleri olduğunu idrak ettiler.

Biz “Birinci Meclis”teyiz. Ağlama seslerinin dua dua semaya doğru yükseldiği demlerde… Mevlânâ devam eder hitabına. “Ey anlam gelini, ey kusursuz yetkinlik! Yüzünü gösterip de neden gizlendin? Cevap gelir ötelerden: “ Ey denizden ayrı düşüp, denizi aklına getirmeyen cân. Sen hevâ ve arzularının örtüsüne büründün de ondan. Cânânın denizinden uzak kaldın.”

Karaya düşmüş balık gibi cân damlası çırpınır durur. Kimi damlalar toprağa karışmış, kimi damlalar yapraklara tutunmuş, kimi damlalar karanlık fikirlerin ipiyle çarmıha gerilmiş. Her cân damlası bir şeyle meşgul olmuş aldanış sarayında. Kimi terziliğe, kimi kadılığa, kimi mala, kimi evlada yönelmiş. Kimi renk ve kokunun sarhoşluğu ile mahmurlaşıp denizi unutuvermiştir. Ey zavallı damla! Toprak senin düşmanın, rüzgar senin düşmanın, güneşin sıcağı senin düşmanın. O’ndan kopup geldiğin denizse senden çok ırak. Bunca düşman arasında denize nasıl varacaksın? Damla, cân diliyle ve Furkan lisanıyla cevap verir: Uçsuz bucaksız olan denizin yardımıyla bir coşku var ruhumda. Biz emanetleri göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekinip korktular, buyurulduğu gibi bu amansız mücadele çölünün tehlikesi yüzünden göğün titreyip ürktüğü, dağların Rabbim, biz bu emanete dayanamayız, diyerek yalvarıp feryad ettiği ve yerin, ben o yolcuların ayaklarının tozuyum ama canım buna dayanamaz, dediği ve çekindiği bu çölde, bir damladan ibaret olan insan cânı yaratıcısına şöyle seslendi: Ey denizlerin ve karaların Rabbi! Cân, emredilen görevi yerine getirmeye hazırdır.