Birinci Meclis
Zâhid-i kişverî budem vâız-ı minberi budem
(Ülkenin
zahidiydim; minberde vaaz ederdim)
Mevlânâ
Hayalen
bir seyahate çıkacağız. Bir zaman şimendiferine binip, 1240’lı yıllara uzanacak,
bilâd-ı Konya’ya varacağız. Kürsüden gönüllere akan bir insan-ı kâmil’i
dinleyeceğiz. O’nun Yedi Meclis’inden (Mecâlis-i Seb’a) “Birinci Meclis”e bizler
de dahil olacak, bize hisse-i muhabbetten neler düşecek, beraber şahit olacağız.
İşte
yüzünde seher yeli gibi bir tebessüm, dilinde hakikat-âşinâ bir hitap var.
Besmele’nin “bâ”sı ile başlıyor sözlerine. Sonra hamd ediyor âlemlerin Rabbine.
Vasıtaya ihtiyaç duymadan âlemleri yaratan ve her türlü düşünce, söz, huy ve
hâlden haberdar ve her türlü değişken sıfattan münezzeh olan Allah’a hamd
ederek başlıyor sözlerine. Sonra nübüvvetinin güneş gibi insanlığı aydınlattığı
ve nur gibi ışıl ışıl parlayan Furkân’nın kalbine indiği, yalanlayıcıların onu
yalanlayarak bahtsızlığa düştüğü, doğrulayıcıların ise onu tasdik ederek
bahtiyarlığa eriştiği peygambere selam ederek başlıyor sözlerine. Ve sonra
gözleri derinlere dalarak birden ellerini kaldırıyor, “Rabbim! Senin rahmetinin
geniş ovasına açtığımız umut tuzaklarımızı, mutluluk kuşları ile şereflendir.
Bekçiler gibi aşk saltanatı damında davul çalan konuşmalarımızı şefkat
kulağınla dinle” diyerek ağlıyor, yalvarıyor, yakarıyor. Sözlerine Senâî’nin şu
sözleri ile devam ediyor: “Ey insan! Aldanış sarayında senin durumun Nişaburlu
buz satıcısının durumu gibidir. Temmuz ayının sıcağında buz parçasını önüne
koymuş bekliyor. Buzun müşterisi çıkmaz ve kendisi yoksuldur. Buz, sıcaktan
erimeye başlar. Buz eridikçe satıcının da yüreği erimektedir. İç çekerek
ağlamaya başlar ve şöyle der: Buzumu alan kimse olmadı ve buz eridi, sermayem
buharlaşıp kayboldu.” Bu kıssayı dinleyenler, aldanış sarayı olan dünyayı
der-hatır ettiler. Buz gibi eriyip giden şeyin ömürleri olduğunu düşündüler.
Ellerinde tek sermaye olarak bulunan ve her yeni yılda, her yeni ayda, her yeni
haftada ve her yeni günün sabahında buz gibi eriyen ömür sermayelerini
çaresizce düşündüler. Akıp gidenin zaman değil, ömürleri olduğunu idrak
ettiler.
Biz
“Birinci Meclis”teyiz. Ağlama seslerinin dua dua semaya doğru yükseldiği
demlerde… Mevlânâ devam eder hitabına. “Ey anlam gelini, ey kusursuz yetkinlik!
Yüzünü gösterip de neden gizlendin? Cevap gelir ötelerden: “ Ey denizden ayrı
düşüp, denizi aklına getirmeyen cân. Sen hevâ ve arzularının örtüsüne büründün
de ondan. Cânânın denizinden uzak kaldın.”