Birey ve tüketim
Tarihsel süreç içerisinde mülkiyet biçimlerinin, Marx’ın deyişiyle üretim
araçları ve ilişkilerinin değişimi, toplumsal değişmelerin gerçekleşmesinde
gerçekten önemli bir faktördür. Bu cümleden hemen materyalizme bir gönderme
çıkarmamak lazımdır. Zira maddi koşulların şekillenmesinde diğer faktörlerin de
etkisi vardır.
Bu yazıda bireyin oluşumu ile yeni üretim ilişkileri arasındaki
tekabüliyete değindikten sonra, bugün insani açıdan problemlerinin ne olduğuna
değinmeye çalışacağım. Kanaatimce insan denilen varlık, giderek bazı insanların
kontrolünde insanın kontrolünden çıkmaktadır. Bu da büyük oranda daha çok
mülkiyete sahiplik gibi insanoğlunun en başından itibaren durdurulamayan
hırslarından kaynaklanmaktadır. Ne ilginçtir ki, fani olduğunu bile bile insan
dünyada mülk depolamaktadır; hem de asla yiyemeyeceği ve yararlanamayacağı
kadar.
Modern dönem, özellikle 18. Ve 19. yüzyıllar hem “birey” kavramının
oluşumu ve şekillenişi hem de sanayileşme devrimi üzerinden üretim ve mülkiyet
ilişkilerinin değişmesine sahne olmuştur. İnsanın Tanrı’ya referans yapmadan
dünyayı kendisinin kurabileceğine dair inancını ifade eden modernliğin birey
kavramına ihtiyacı vardır. Zira böyle bir dünyanın inşası için, öncelikle
insanın bazı aidiyetlerinden azade kılınması, sonra da kendisi ve dünyaya yeni
bir anlam verilmesi gerekiyordu.
İlk adımda insan bireyleşirken gelenek, din ve Tanrı ile bağlarını
koparması gerekiyordu. Çünkü Tanrı insana dünyada bulunuş amacı yazmakta, din
ve gelenekler ise insanı farklı aidiyet tarzları ile hem bu amaca uygunluğunu
onaylamakta hem de sosyal anlamda kontrol etmekteydiler. Böylece insan bu
dünyada bulunuşuna dair yeni bir hikaye, anlam ve amaç yazmaya başladı. Bu
yüzyıllarda bireyselleşme çabalarıyla birlikte gelişen insan hakları ve
feminizm hareketlerini de bu süreçten bağımsız olarak okumak mümkün değildir.
Batı’da haklar ve özgürlükler söz konusu olduğunda, bunun açık ve gizli
göndermesinin başında mülkiyet hakları gelmektedir. Yeni gelişen sınıf olan
burjuvazi, temel reflekslerini bu mülkiyet haklarını garanti etmek üzere
hareket etmiştir. Esasen o dönemde geliştirilen insan hakları, kamusal ahlak da
burjuvazinin talepleri doğrultusunda şekillenmiştir.
Sanayileşme bir kere makine ile hızlı ve seri üretimi getirdikten sonra,
süreç üretim ve tüketim döngüsü içinde şekillenmiştir. Bir yandan hammadde
temini için açık ve post-kolonyal yöntemlerle sömürü devam ederken, kapitalizm
farklı aşamalardan geçerek bu üretim-tüketim döngüsünü gerçekleştirmiştir. Tüm
bu aşamalarda en temel sorun; bu kadar üretimin dünya ölçeğinde nasıl
tüketileceğidir. Tam da bu sebeple post-modern kapitalizmin kendisini
odakladığı yer özelde tüketim stratejileridir.
Tüketim stratejileri özellikle ferdi Tanrı, gelenek, kolektivite gibi
bağlılık olarak gördüğü ögelerden azade kılmaya özen göstermektedir.
Bireyselleşme bir özgürleşme olarak tanımlansa da, kapitalizmin tüketim
stratejisi aidiyetlerden boşandırdığı insanı piyasa güçlerine teslim
etmektedir. Buradaki temel hedef insanın tüketime direnmesinin önüne geçmek,
onu sürekli tüketen yeni bir varlık haline getirmektir. Bugün dünya ölçeğinde
eğitim de, ağırlığı azaltılmış, külli stratejilerden ziyade gündelik tüketime
odaklanmış ve hiçbir tutamak noktası kalmamış insan profili üretmektedir. Bugün
dünya ölçeğinde varolan borçluluk oranı bu stratejilerin vardığı noktayı
göstermesi açısından önemlidir.
İnsan Tanrı’dan azade olunca özgür olduğu yanılsamasına kapılmıştır ancak
“tabiat boşluk kabul etmez” sözü gereği boşta kalan insanı kapitalist güçler
idare etmektedir. İnsan ise içinin boşaldığını ve ruhunun köleleştiğini bakalım
ne zaman farkına varacaktır?