Birey olmak
İnsanlık tarihi içerisinde şüphesiz çok
farklı kırılma noktalarından bahsedilebilir ve bu kırılmaların yarattığı önemli
sonuçlar vardır. Bugün insanlığın seyrini belirlemede etkin unsur giderek bir ideoloji haline gelmiş olan
post/modernizmdir. Aslında post/modernizmin de içeriklerini yokladığımızda,
karşımıza insanın dünya ve Tanrı ile irtibatı gibi bir sorunu işaretleyen kadim
insanlık problemi gelir.
Modern dönemle birlikte insanlığın seyrinde
yeni bir kırılma başladı. İnsanın dünyayı kendine referansla kurabileceği bir
duruma atıf yapan modernizm, son tahlilde pre-modern dönemden farklı olarak
Tanrı-insan ve dünya ilişkisine dair farklı bir tanımlama ve konumlandırma
yapmak durumundaydı. Bu bağlamda dinlerin “insan için asıl mekan ahiret
yurdudur” argümanını tersine çevirerek insanın dünyaya odaklanmasını sağladı.
Bunun sonucunda açık ve örtük biçimde insan dünyalı bir varlık olarak
tanımlanmaya başlandı. Bu içeriği modernizmin seküler karakteri sağlamıştır.
Dünyalı bir varlık olarak insanın kendisine
referansla dünyayı yeniden kuracağına inanması, bir kere en baştan kutsal
kitapların “yol gösterici (Hüden)” kılavuzluğunu bir sorunsala dönüştürmüştür.
Burada insan kendisine referansla nasıl yaşayacağına, neyi nasıl
anlamlandıracağına kendisi karar veren bir hüviyetle yeniden ortaya
çıkarılmıştır. Bu nitelik de modernizm de birey kavramıyla karşılanmaktadır. Bu
bağlamda birey kavramı, sadece toplum içinde yaşayan tekil ferdi ifade
etmemekte, bunun ötesinde ve daha çok referansı kendisinden menkul bir insan
olarak devreye girmektedir. Bireyselleşme modernizmin olmazsa olmaz temel
kavramlarından birisidir.
Rönesans ile birlikte yeniden canlanan
hümanizm, Descartes’tan başlayarak gelişen insan (süje) merkezli bir evren
anlayışı Aydınlanma felsefesi ile bireyciliği doruk noktasına ulaştırmıştır. Aydınlanma’nın
bireyi bir yandan insanı tümüyle rasyonel hareket eden bir varlık olarak
tasarlarken diğer yandan bu rasyonalite ve kendine güven üzerine dünyayı
yeniden kurmaya koşullandırmaktaydı.
Tabii bunun bir takım gerekirlikleri ve
sonuçları vardı. Birincisi, Tanrı artık tüm varlıklar içinde merkezi konumunu
kaybetmekte ve oraya insan ikame olmakta idi. Epistemolojik olarak da, insanın
ürettiği bilgi ve daha da önemlisi isimlendirme ve tanımlamaları geçerlilik
kazanmaya başlamıştı. Tam da bu noktada değinilmesi gereken üç önemli problem
vardır. Birincisi, özü itibarıyla fani ve sınırlı olan, üstelik de verili olan
böyle bir dünyada insanın tanımlamaları niçin genel geçerlilik taşıyacaktır? Yani
insan bir şeyi öyle tanımladı diye eşya öyle olur mu? Bu soru özellikle I.
Dünya Savaşı’ndan itibaren başlayan modernizmin krizinin, bilginin geçerlilik
sınırlarının süjenin sınırlarına çekildiği postmodernizmle derinleştiği bir
durumu karşımıza getirmiştir. İkincisi de, insan bütün teknolojik başarılarına
rağmen dünyadaki konumu ve anlamına dair problem yaşamaya devam etmektedir.
Modernizm henüz insanın dünyada bulunuşuna dair bir anlam getirememiştir.
Peki o zaman birey olmanın anlamı ve içeriği nedir? Birincisi, insanın hem kendine ait yetileri geliştirmesi, kendisine ve dünyaya dair sorumluluk üstlenmesi ve yaptıklarının sonuçlarına katlanması önemli ve arzu edilen bir durumdur. Aslında Tanrı da insanlardan bunu ister. Fakat daha ötede, insanın kendisine referansla henüz “anlam”ını bulamadığı bir dünyada niçin yaşadığı sorusu bütün açıklığıyla durmaktadır. İnsan, “bir birey olarak hiçbir şeye (dine, Tanrı’ya vb.) en baştan bağlanmak istemiyorum” diyerek özgürlüğünü ilan ediyor. Fakat henüz üzerinde kendisini temellendireceği dinin söylediğinden bağımsız bir “anlam”ı bile yok.