Bırakınız yapsınlara geçelim
İnsanoğlu olarak hem diğer canlılara büyük bir tehdit hem de kendi içinde acziyet yaşayan garip varlıklarız.
Yapılan her teknolojik keşif, narsist duygularımızı körüklemesine rağmen
evimizden ayrılmanın getirdiği özlem ve yoksunluk duygusuna çabucak yeniliriz.
Türk insanının hâli ise daha da vahim.
Çünkü bizim misyonlarımız var.
Tarihi sırtlamışız, ne geleceği yakalayabiliyoruz ne de tarihi
kucaklayabiliyoruz.
Türklük ile övünüp Türkistan’daki soydaşlarımızla bütünleşme adımlarını
atamıyoruz.
İslâmiyet ile gururlanıp doğru yerde durduğumuz hissiyatıyla avunmaktan öteye
geçemiyoruz.
“Ne var bunda kardeşim!” diyen halim selim
vatandaş ile “Dünyaya ayak uydurmalıyız!” diyen vatandaşın
ortaklaştığı tek konunun ekonomi olduğunu bir anlasak...
Belki meselelere olan yaklaşım şeklimizde bir değişiklik ortaya çıkabilir.
Türkiye hem tarihi önemdeki Hristiyanlık mirasının üzerine
otururken hem de öncesindeki medeniyetlerin o zor tutulan coğrafyasında ayakta
kalmaya çalışıyor.
Bu kadar da tesadüf olmasa gerek!
Aynı kadim coğrafyada neredeyse her dönem insanların aynı
dinamiklere karşı aynı beklentileri göstermesi tesadüf mü?
Bu beklentiler ve dinamikler tarihi mirasımız Lidyalıların para bulması
ile sonlanmadı mı?
Anadolu uygarlıklarından Lidyalıları para bulmaya teşvik eden dürtü o
coğrafyanın getirdiği insan ve mal hareketliliği ile ortaya çıkan en temel
dış ticaret değil miydi?
Aramızda 2700 yıl olmasına rağmen Lidyalılarla hâlâ ortak kaderi
paylaşıyoruz: Para arıyoruz!
Türkiye ekonomisi zorlu bir dönemeçten geçiyor.
Bunu gerek iktidar gerek ise muhalefet kanadından
dile getirenler olduğu gibi aklıselim herkes de vurguluyor.
Cevap verilmesi gereken sorular yaşanan ekonomik krizde kimin,
ne kadar sorumlu olduğu üzerine cereyan ediyor.
Krizi aşacak yollar varken bu yolları tüketememek kimin suçu?
Suçlu arıyoruz, çünkü hepimizin canı yanıyor.
İşçi arayan birçok yer yoksulluk sınırının çok altında
konumlanan asgari ücreti ya da biraz üstünü sunduğu için isyan
bayrağı açmış:
"Kardeşim iş veriyoruz, gelen yok!"
Hayıflanmasını hemen yapıştırıyor.
Çocuklarını okullarda binbir zorluk çekerek okutan aileler ise evlatları
için “Bu kadarını mı razı görüyorsunuz?” cümlelerini hem
kızgın hem de üzgün bir şekilde dile getiriyor.
Bu kadar eğitimli ve genç nüfusa iş sahası üretememenin
getirdiği sorunları çözmek çok ama çok elzem.
“Maaşlara zam yapın kardeşim!” tatavasına hiç gerek yok.
Karar vericilere düşen şeyler belli.
20 senede yapılan alt yapı yatırımlarının meyvesini toplamak
şart oldu.
Bunu yapmak için de piyasadaki regülasyonlar kaldırılmalı
ve piyasanın serbestleşmesi teşvik edilmeli.
Devletin alım garantili roller üstlenerek üretimi teşvik
etmesinin ne kadar önemli olduğunu artık manav reyonlarının normali hâline
gelen muzdan bile anlayabiliriz.
Düne kadar hepimiz için yılda birkaç gün tüketilen lüks bir meyve
olan muz şu an neredeyse Anadolu’nun has üretimi elma ile
yarışır duruma geldi.
Hem üretici kazanıyor hem de tüketici...
Muzda alım garantisi yoktu, talebe karşılık verecek girişimcilik vardı.
Bugün bu girişimciliği canlandıracak kolay sermaye ulaşımı yok.
Yerlileştirecek adımları hızlandırmanın yolu en azından bir süre alım
garantisi sağlayarak piyasanın üzerindeki sınırları kaldırmaktan geçiyor.
Bırakınız yapsınlar...
Şu an Türkiye’nin buna ihtiyacı var.
Çünkü coğrafyanın getirdikleri artık yetmez oldu.
Çin ve AB arasında bir köprü olmak ile Arap coğrafyasını
pazar kabul etmek arasında iç tüketimi artıracak adımları da atmak
zorundayız.
Devlet mekanizması bir yerden destek verirken başka yerdeki
mekanizmayı bozuyor.
Sonunda ise kimse memnun olmuyor.
Artık tüm odağımızı üretime kaydırmak zorundayız.
İstihdam sağlayacak üretimi büyük fabrikalar değil KOBİ’ler
gerçekleştiriyor.
İç piyasadan çok iyi koku alan KOBİ’lerin önünü açacak vergi ve kural
istisnaları ihtiyacına gecikmeksizin cevap verilmeli.