Bir Varoluş Biçimi Olarak Hakikat
1-
Ne ki Hak’tan türemiştir, o ki hakikattir. Ne ki hakkı ister, hakkı söyler, o ki hakikattir. Ne ki hakkı temsil eder o ki hakikattir. Ne ki hakkı savunur o ki hakikattir. Hakikat bir varoluş biçimi, kaybedilmiş gerçeği arayış; dünyanın, nesnelerin, uzamın ve olguların arasında görünmezleşmiş özü yeniden bulma eylemidir. Hakikat, Tanrı tarafından tayin edilmiş gerçeğin insan aklında yeniden tecessümüdür. Hakikat hakkın tecessümünün ruhtaki tebessümüdür.
Hakikatin mefhum-ı muhalifi ise yalandır. Yalan, gerçeğin ortadan kaldırılması değil, yanlış sunulmasıdır. Yalan, aracısız ve kesintisiz biçimde hakikatin karşısında konumlanmış bir oluş biçimi değil onun kötü bir süreği olarak, onun üzerini geçici süreliğine örtmüş bir sapma olarak vardır. Güneş ile insan arasına giren geçici bulut gibi… Dolayısıyla saf kendi haliyle hakikat; mutlak gerçeklik, yeryüzüne indirilmiş ve nispeten ışığını yitirmiş olarak göreli gerçeklik; yeryüzünde dolaşan ve tamamen karanlığa mahkum olarak gerçeklikle arasına sonsuz mesafe koymuş olarak yalan üzerinden temsil bulur. Hakikatin karşıtı yokluk değil, varlığın bozulmuş halleridir. Dolayısıyla oluşun bir ucunda hakikat, öteki ucunda ondan uzaklaşmış, ona yabancılaşmış, ondan mahrum kalmış yalan salınıp durmaktadır. Bütün canlılar bu iki ağ arasında devinirler. Bütün varlıklar, bütün zihniyetler, hatta bütün kurumlar bir şekilde ya hakikatin parlak ışığı yahut sönük, soluk halleri yahut da ondan büsbütün uzaklaşarak ışığın içeriye sızmasının engellendiği yalan karanlığı arasında gider gelirler. Öte taraftan, doğasına uygun davrandığında ve varoluşuna ihanet etmediğinde karanlık da hakikat, doğasına ters davrandığında ve varoluşuna meydan okuduğunda ışık da yalan olarak tahayyül edilebilir. Dolayısıyla hakikat ile yalan pratik zemine indiğinde mutlak bir sunum objesi değil, doğru ya da yanlış bir formülasyonun sonucu olarak değişken bağlamlar içinde vardırlar. Hakikat bazen görünmeyen atomu hareket ettiren soyut bir kımıltı, bazen metalde parlayan somut bir görüntüdür…
Yaratılmış bütün varlıklar bakımından hakikat kendi mayalarına uygunluktur. Hakikat; olduğu gibi olma, olduğu gibi bakma, olduğu gibi görme ve olduğu gibi değer biçmedir. Bununla birlikte canlılar bakımından hakikat, bu dünyaya gözlerini açtıkları anda henüz kendi oluşları bakımından zaman tarafından tamamlanma ihtiyacı hissettiklerinden her hareketlerinin, her eylemlerinin kendilerini tamamlamaya ve kendilerine büsbütün uygunluk bakımından eksiklerini gidermeye yönelik oluşudur. Nasıl ki bebek doğduğunda göz, ışığa elverişli olmadığı için net görme yeteneğinden mahrumsa akıl da baliğ olana değin hakikati görme yeteneğinden mahrumdur. Yine aynı şekilde göz ışığa elverişli olduğunda bile ışığa gözlerini kapama salahiyeti taşıyorsa akıl da baliğ olduktan sonra da hakikate gözlerini kapayarak ondan mahrum olabilir. Zaten bireyler için de devletler içinde hakikat ilişkisinde hakikatin kendisinden kaynaklı değil, muhataplarından kaynaklı bir optik bozukluktan bahsedilebilir. Haddizatında devletler ve toplumlar bakımından hayati soru tam da bu noktada devreye girmektedir: İdeal birey inşasını amaçlayan bütün toplum ve devletlerin birinci elden yapması gereken şey, hakikat ile düşünce arasındaki payandaları kaldırmak, orada, o şekil duran hakikat huzmelerinin bireyin iç dünyasına nüfuzu sağlayacak ara mekanizmaları geliştirmektir. Bu, bir taraftan hakikat ışığını engelleyen kurumsal ve zihinsel sapmalar ile donuklukları ortadan kaldırmaya yönelik önlem ve stratejiler, öteki taraftan da ışığın zihinden içeri girmesi için bireyin iç dünyasını programlayacak yöntemlerle gerçekleştirilebilir. Toplum yahut devlet hakikat ile düşünce arasındaki bu akışkanlığı sağlama becerisi göstermediği andan itibaren düşüncenin ihtiyaç duyduğu hakikat oksijeni buharlaşır bu da kendiliğinden adaletsizliğe, oradan da liyakatsizliğe uzanan dolambaçlı çıkmaz sokakları davet eder ki biçimsel olarak son derece muhteşem görünen pek çok toplum ve devletin kültürel çürümesinin asıl sebebi hakikate kısa devre yaptırmış simülatif gerçekliklerin devletler tarafından hakikat olarak algılanmasıdır. Kısacası, hakikat konusunda devlet ve toplumlara düşen asli görev hakikatin görünürlüğünü perdeleyen her türden hastalıklı mekanizmayı devre dışı bırakmak, olmadı işlev alanını daraltmaktır. İşte devletin ideolojik aygıtları tam da bunun için vardır, ya da en azından var olmak zorundadır. İnanç, ahlak, etik, estetik, kültürel değerlerin taşıyıcısı konumundaki farklı profesyonel alan ve yorum gruplarının üstlenmesi gereken birincil işlev, mensubu oldukları grup üyelerinin iç dünyasını hakikat ışığıyla bezemek olmalıdır. Hakikatin teorik çerçevesiyle pratik zemini arasındaki uyumun da birinci dereceden iyi bir insan olmaktan, iyi bir insan olmanın vazgeçilmez öğesinin ise tasavvur edilen ile eyleme dökülen arasındaki tutarsızlığı gidermekten geçtiği bilinmelidir. Böylece hakikat, duvarın bu tarafına geçerek bünyenin en kuytu yerlerine ulaşacak, en derinlerdeki vicdan köküyle buluşarak oradan bir adalet ve liyakat sürgünü yeşertebilecektir.
2-
Diğer canlılardan farklı olarak insan, bir irade sahibi olduğu ve yukarı ve aşağıyı ve doğruyu ve yanlışı ve hakkı ve batılı ayırt etme yeteneğiyle donatıldığı için hakikat orada, o şekil olduğu gibi değil, onun arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkacak bir gerçeklik olarak tasavvur edilmiştir. Hakikate ulaşmanın iki yolu vardır: Birincisi hakikatin kendisinin görünür oluşu, ikincisi ise o görünürlüğe uygun bir bakışa sahip olmak… Haddizatında hakikat her yerdedir ve her yeri kuşatmış olarak vardır ama tıpkı güneşin önüne bulutların gelmesi gibi zaman ve mekan duygusuna sahip oluş, ruhun bedenin içine sürüklenişi bu apaçık ortada oluşun önünü kesebilir, ona perde gerebilir. Yine aynı şekilde, bulutsuz havalarda ışık insanın kirpiklerine kadar ulaştığı halde gözleri kapalı insan onu görmekten mahrum olabilir. İşte tam bu noktada, orada, o şekil bütün yaratılışı içeriden ve dışarıdan kuşatmış olan hakikatin tecessümü için iki temel gerekçe bulunmaktadır: Zaman ve mekan engellerinin ortadan kaldırılması… Zamana özgü engel güneş ile göz arasındaki bulut gibi insan ile hakikat arasına girmiş sayısız ayrıntı; mekana özgü engel ise ruhun görüşünü engelleyen bedensel ağırlıklardır... Zamana özgü engel hakikatin içine nüfuz etmiş yahut dışarıdan nüfuz ettirilmiş gelenekler, görenekler, mitolojiler, ritüeller, siyasal rejimlerin şu ya da bu şekilde dayattıkları güncel yaşam pratikleri; mekana özgü engeller ise sıradanlığın, malayaniliğin, pragmatizmin, oportünizmin, narsisizmin gölgelediği, hatta kirlettiği her türden düşünce, oluş ve durumlardır. Böylece hakikatin yaşanırlığının doğanın saf haliyle algılanmasından, o algılamanın Tanrı kelamından alınan ilhama göre şekillendirilmesinden ve yine o algılamaya uygun bir iç dünya tahkiminden geçtiği kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Sonuçta güneşin parlaklığı için gözün görme keskinliğine de ihtiyaç vardır ve atmosferin dışında bulut diye, gölge diye bir şey yoktur. Güneş ile göz arasındaki nesneler ortadan kaldırıldığında bütün maharet göze kalacaktır; akıl gözüne, gönül gözüne, beden gözüne…
İnsan hayatını değerli kılan en önemli eylem hakikat arayışıdır. Bu arayışın vazgeçilmez öğesi adalettir. Adaletin tesis aracı liyakattir. Bir toplumda insanlar amacından uzaklaşmış, her bir birey başıboş, sersem sepelek sadece kendi hayatına odaklanmış, hayatı tek kişilik bir locadan izliyor, kendini dünyanın öteki insanlarından sorumlu tutmuyor ve pragmatizmi ideolojiye dönüştürüyorsa o toplumun gökyüzünden hakikat uzaklaşmış demektir. Vicdanın omuriliğinde mayalanmış adaletin taşlaşması liyakatsizliğe yol açar, liyakatsizlik hiyerarşiyi, toplumsal kurguyu adaletsizliğe tahvil eder, adaletsizlik bireyden başlayarak toplumun gözlerini hakikate kapatır. Yola çıkarken yanına hakikati almayı unutmuş yolcu, adalet ve liyakat duraklarından geçmiş olsa bile nafile… Yanlış yöne hızlı koşmak istikamete vardırmaz yazık ki…
Peki hakikati bir teori olmaktan çıkarıp, orada, o şekil durarak sadece kendini ışıtan bir mekanizmadan ışığını, burada, bu şekilde dokunduran bir pratiğe nasıl dönüştürebiliriz? Birinci dereceden yan öğelerin hepsini Kitab’a kıyas ederek; yani hakikatin aynası olan Kitab’ı hayatın ortasına koyarak; ikinci derecede onu algılamaya yönelik engelleri, her türden duygusal kiri ortadan kaldırarak ve elbette üçüncüsü inandıklarımızı inanma noktasından eyleme noktasına taşıyarak… Her durumda hakikate inanmışlık hakikat taşıyıcılığını gerektirir. Hakikat teorisinin içimizde kalmasıyla Kitab’ın evin duvarına asılı olması arasında ne fark var? Hakikat, bireyden topluma yayılacak, toplumdan devlete nüfuz edecek; kitap duvardan inecek gözlerden kalbe girecek, mesele budur. Topluluklar, devletler, imparatorluklar sadece bunun için vardır: İnsanı ışıtmak için yola çıkmış ışığın boynunu bükmek hangi toplumun, hangi devletin haddi olabilir ki? Ve hangi devlet, ışığı kırarak güneşi engelleyebilir ki?.. Boşluğu bulduğu anda, karanlığı yarıp geçen hakikat ışığına selam olsun. Selam olsun yolunu değiştirmeden ışığı tenlerimize ulaştıran Kitab’a, kitaplara, o kitapları okuyanlara; okumayanlara, okuyamayanlara okuyanlara… Ve selam olsun binasının duvarlarını hakikat ışığını emecek biçimde tasarlayan mimarlara, toplum mimarlarına… Ki onlardı başı hakikat, gövdesi adalet, ayakları liyakat olan altın çağların çağlayanları… Ki onlardır Adem’den ebede, hakikatin azmetmiş yolcuları…