Bir şehrin anatomisi nedir?
Şehirlerin oluşumu ve tanımlanması tarihçiler ve sosyologlar tarafından dünya var olduğundan beri farklı şekilde açıklanmaya çalışılmıştır. Tarihçiler bir şehrin oluşumunu daha çok orada meydana gelen ekonomik ve demografik faaliyetler, coğrafi konum (suya yakın olma, deniz kenarında oluşum, kalesi ve savunması güçlü olma vs.) gibi kavramlarla anlatırken sosyologlar buna ek olarak kültür yapılanmasını katarak bir şehrin anatomisini tamamlarlar. Peki, durum nasıl oluşmuştur!
Tarihsel
süreç içinde şehirlerin oluşumları aynı zamanda uygarlık tarihinin de yazılmasına
sebep olmuştur. Uygarlıkların tarihi ile şehir yapılanmaları daima eş
zamanlıdır demek yanlış olmaz. Zira dünya tarihi incelendiğinde bir yerde
medeniyet oluşmuşsa orada muhakkak bir şehir yapılanması olduğu görülmüştür. Düşünme
ve analiz etme, uygarlık yolunda atılması gereken ilk hamle olduğundan fikir
hareketleri de ilkönce şehirlerde meydana gelmiştir. Çünkü şehir medeniyetin
merkezidir. Bir ülkenin medeniyeti sahip olduğu şehirlerin uygarlık seviyesi
ile ölçülür. Tüm bunlar dikkate alındığında bir yerde bir şehir doğmuşsa orada
bir medeniyetin doğduğu da görülmüştür aynı zamanda. Medeniyet veya uygarlık
zaten şehir ile eş anlamlı olup “medeni” yani “şehir” kelimesi tarih boyunca
yan yana yürümüştür.
Göçer
hayattan yerleşik hayata geçen her toplum veya topluluklar gerek mekân olarak gerekse
sosyal, ekonomik, kültürel anlamda değişime uğramıştır. Bu değişimler sayesinde
oluşan artı değerler o yerin nüfus, kalkınma, ekonomik, kültür, siyasi erk vs.
gibi göçebe yaşamda var olmayan alanlarda farklılaşmayı meydana getirirler. Köy-kasaba
gibi yerlerin şehir statüsü kazanması için hem nicel hem de nitel anlamda bu
farklılaşmaları meydana getirmesi beklenir. Tabi bunlar da yetmeyecek olup bir
şehirde var olması kaçınılmaz olan siyasi yönetim, uzmanlaşmış farklı meslek
alanları ve iş bölümünün sağlanması, farklı kültürlere karşı oluşturulan
hoşgörü ve beraber bir arada yaşama kültürünün de olması gerekir.
İbni
Haldun şehri tanımlarken bir şehrin uygarlıkla bağının nasıl olduğunun göz
önünde bulundurulması gerektiğini savunur. Yani bir şehir nüfus bakımından
yeterli olsa da olması gereken diğer kavramları yerine getirmiyorsa o mekânın
şehir özellikleri tartışmaya açıktır.
Kırsal
alanlarda meydana gelen geçim sıkıntısının şehirlerde giderilmesi düşüncesi ile
şehir nüfusunun artması o yerin sadece nüfusunun artmasına sebep olurken
şehirlileşme kültürüne ise negatif bir değer katacaktır. Şehirlerin kırsal
alandan mekânsal olarak farklılaşması en çok iş bölümü ve uzmanlaşma alanında
görülmektedir. Şöyle ki bir kırsal alanda sadece tarım ve hayvancılık faaliyetleri
görülürken şehirlerde ekonomiden siyasete, kültürden sosyal alanlara kadar
yaşamın tüm boyutlarında uzman kişi ve kurumların faaliyetleri mevcuttur.
Kırsal
alanlarda sadece tarım, hayvancılık gibi alanlarda uğraşmak yeterli iken bir
şehirde bunların çok ötesinde karmaşık bir yapı olması son derece doğal ve
gereken durumdur. Bu durum kılık kıyafete, düşünce tarzına da yansıyan bir
olgudur. Bundan dolayı tarih boyunca
medeniyetlerin ve insanlığın mirasını köyler, kasabalar değil şehirler idame ettirtmiştir.
Eğer şehir yapılanmaları olmasaydı geçmiş olaylara yani tarihe ait medeniyet
hareketleri günümüze ulaşamazdı.
Antik
dönemde ve daha öncesinde kurulan ilk şehirler mensup oldukları devletlerin
uygarlık seviyesini gösterirdi. Bir hükümdar, şehrinde bulunan ekonomik yapının
güçlü olmasının yanı sıra aynı zamanda şehirde meydana gelen kültür
hareketlerinin güçlü olması ile övünç duyardı. O şehirde meydana gelen bir
buluş bir düşünce hareketi tüm ekonomik düzenin önüne geçebilirdi. Bütün devrimler
ve bir toplumda değişime sebep olan tüm siyasi yapılanmalar da şehirlerde
olmuştur. Bu durum tarih boyunca değişmemiş günümüze kadar devam etmiş ve
edecektir.
Şehir,
içinde barındırdığı dinamik yapıyla her türlü düşüncenin yer bulacağı ve
rekabet edeceği çok kapsamlı bir canlı organizmadır. Bu organizma bazen büyüyüp
gelişir, bazen de zayıflayıp çok nadir olarak ölse de, kendine yeni yaşam
alanları bulmaya devam eder. Örneğin günümüzdeki şehir tanımlarının içine
“maden şehri, tarım şehri, endüstri şehri, üniversite şehri, kültür şehri,
memur şehri vs.” gibi bir yanı ile çok gelişmiş olan şehir tanımları
eklenmiştir. Çünkü artık şehir tanımlarında genel olarak başat rol üstlenmiş
olan işlevsellik, nüfus ve sosyolojik ölçütler artık yetmemektedir.
Ülkemizde
ve diğer dünya ülkelerinde genel olarak bir şehri tanımlarken, 20.000 ve üzeri nüfusa sahip olan mekânlar şehir
olarak tanımlanmaktadır. Nüfus ölçütünün baz olarak alınması antik Yunandan
beri kullanılsa da bir şehrin ideal nüfusunun kaç olması gerektiği ise hala
tartışılan bir durumdur. Aristo ise çok
fazla sayıda yurttasın barındığı bir sitenin (şehrin) mutlu bir yaşam için
olumsuz koşullara sahip olacağını ifade etmiştir. O, nüfusunun kalabalık olduğu
bir Şehrin idaresinin de iyi olmayacağını düşünür. Pek de haksız sayılmaz…
Modern
sosyologlar da şehirde yaşayan insan topluluklarının ancak kendilerine özgü
niteliklerinin olmasının şart olduğunu söyleyerek bir şehrin heterojen yapıya
sahip olmasının olmazsa olmaz bir durum olduğunu vurgularlar. Günümüz şehirlerindeki
“getto kavramı homojen bir yapıya sahip
olduğu ve şehrin diğer kısımları tarafından itici bulunduğu için şehre negatif
bir değer katar. Bunun tersi olan sıra dışı-bohem yahut çok zengin, varlıklı
kapalı site hayatları da şehre negatif değer katar. Çünkü ikisi de homojen bir
yapıdır ve şehrin hem ekonomik, kültürel-sosyal hayatına bir katkı sunmazlar.
Şehirlerin,
farklılaşmış insan gruplarının bir arada yaşama sanatının oluşturduğu bir
yerleşke olduğu yenidünya düzeni içinde daha çok anlaşılmaktadır. Eğer böyle
olmasaydı mülteci sorununun en üst seviyeye ulaştığı günümüz dünyasında “faşist
şehirler” daha çok olurdu. Bu faşist yapılanmaya izin vermeyen ve bir arada
yaşama sanatını en güzel icra eden “Osmanlı Şehir Yapılanması” gelmiş geçmiş en
iyi örnek olarak tarihte yerini almıştır. Bir şehrin anatomisi işte budur…
Dr.
Gülay Kurt