Bir şehre vardığımda
Kuran-ı Kerim’de anlatılan Hz. İbrahim’in hayatı ve mücadelesi sınırlıdır. Halk arasında anlatılan Hz. İbrahim’in hayatına birçok anlatı ve efsane karışmıştır. Urfa gibi kadim şehirlerde efsanelerin, destanların, hikâyelerinin hatta yer yer şiirlerin yaslandıkları mekânlar, makamlar ve ulu şahsiyetler vardır. Bunlar, bazen peygamber, bazen evliya olabilir. Bu yönüyle Urfa; efsaneleri, hikâyeleri ve menkıbeleriyle zengin bir şehirdir.
Şair Nâbî divanında İstanbul dışında her yeri taşra olarak tanımlarken doğduğu şehir Urfa içinse taşralığı bir tarafa bırakır ve olayı Hz. İbrahim’e kadar götürür.
Hâkümüz mevlîdidür Hazret-i İbrahim’ün
Nâbiyâ rast makamında Rehâviyüz biz”
Toprağımız Hz. İbrahim’in doğduğu yerdir. Ey Nâbî, gerçekten biz Urfalı’yız, demiştir.
Urfa’ya gelen ziyaretçilerin Urfa’ya bakışı farklı farklıdır. Şehre bu nazariyeden baktıklarında hayatlarından lezzet alacakları aşikârdır.
Halilürrahman Gölü kıyısında gezinirken kaleye doğru bakıldığında iki büyük sütun görünür. Bu sütunlar, tarihin gizemli sayfalarından sıyrılıp Hz. İbrahim’in mancınıklardan ateşe atıldığı mekânı bize hatırlatır. Göl kenarında bu manzarayı seyre dalan ziyaretçilerin gördüğü bir şey daha vardır : “Göldeki balıklar…” Dergâh’ta göle yem atan ziyaretçiler, sudan aniden fırlayan balıkları görünce şaşırırlar. Bu balıklar, inanışa göre Hz. İbrahim’i yakmayan odunların balıklara dönüşmüş hâlini-mucizesini bize hatırlatır. Urfa, bütün bu mekânlarıyla sempatik ve otantik bir yerleşim yeridir.
Göl kenarındaki Urfa taşı ve Urfa rengi dediğimiz başak sarısına bürünen Rızvaniye Medresesi ile Hz. İbrahim’in doğduğu mağara arasında gül bahçesi bütün bir ilgiyi üzerine çekmektedir.
Gecenin ilerleyen bir vaktinde ay ışığının dolunay şekline girdiği zamanlarda Halilürrahman gölünde eşsiz yakamozlar oluşurdu. Görenleri kendine hayran bırakan bu yakamozlara Urfa taşının mimarideki zirve yapısı Rızvaniye medresesi ve revakları eşlik ediyordu. Şehrin mimarî mekânlarında Urfa Sıra gecelerinde Urfa Divanı ile başlayan müzik resitali, okunan gazeller, hoyratlar ve türkülerle bizi adeta orta çağa götürüyordu. Beş Şehir kitabının yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar, Urfa’ya da yolu düşseydi muhtemelen altıncı şehir olarak Urfa'yı da yazardı. Tanpınar’ın Selçuklu’yla başlayan ve Osmanlı eserleriyle tamamlanan kitabında Eyyubî ve Akkoyunlu dönemini anlatan mimarî eserlerle tamamlayıcı bir unsur olurdu.
Urfa’da şehrin aynasını tuttuğunuzda bu şehirde sizi en çok cezbedecek mekânlar; kabaltılarıyla meşhur eski Urfa evleri olacaktır. Bir vakit Dergâh’taki kasetçilerin birinden “Urfa Sıra Geceleri-Esbab Geceleri” kasetini almış, bu kaseti yeni aldığım kalın pilli teybimle dinlemenin keyfini çıkarmıştım. Kasetin başında şöyle bir anons geçilmişti. Merhum Kazancı Bedih ve arkadaşları geleneksel bir Urfa evinde toplanmış ve örnek bir sıra gecesi icra ediyorlardı. Geceyi tertip eden sunucu, yeni ev sahibi olan bir arkadaşının evinde bu sıra gecesini hazırladıklarını söylemiş ve başta Kazancı Bedih olmak üzere diğer saz ve söz ustalarının ismini zikretmişti.
Urfa Sıra Geceleri kaseti bittiğinde efkârlanır, derin düşünce dalgalarına gark olurdum. Kaseti tekrar başa sarar ve kendi kendime hayal kurardım. Acaba günün birinde ben de bu tarihî Urfa evlerinde mukim olacak mıydım, Urfa’daki bu cemiyet hayatının içine karışacak mıydım? O zamanlar bu Urfa evlerinde zevk-i selim sahibi insanlar otururdu. Daha sonra bir meslek sahibi olup Urfa’ya yerleştiğimde sükût-ı hayale uğramıştım. Urfa cemiyet hayatında zevk-i selime sahip olan bu insanlar, birer birer bu kadim Urfa evlerini terk etmişlerdi. Urfa’daki cemiyet hayatı, önceleri Bahçelievler daha sonra da Yenişehir semtine yerleşmişlerdi. Bahçelievler’deki bahçeler yok edilip o mekânlar betonarmeye dönüşünce burası da yavaş yavaş terk edilmişti. Bu sefer Urfa cemiyetinin yeni rotası, Mardin “yolunun üst tarafında bulunan “Yenişehir” semti olmuştu. O zamanlar birkaç konağın bulunduğu Yenişehir semti, iki binli yılların ortalarına kadar bu cemiyetin ortak adresi olarak kalmıştı.