Bir şairi kim dinler
Bu başlığı şöyle de düşünebiliriz. Bir şair kaç kere doğar veya kaç kere ölür? Şairi öldüren adeta geri dönüşümlü kartondan yapılmış bu dünyadır. Şairi doğuran da aynı dekordan ibaret olan bu dünyadır. Şair, eğer bir şeyleri farklı biçimlerde söylemiş ve hayata ayak uydurmuş olanların uykularını kaçırmışsa bu, onun için ölüm demektir.
Bu dünyada şair
nasıl doğulur? Ya da şair nasıl ortaya çıkar? Bu soruyu cevaplamak için Muallim
Naci'nin:
"Marifet iltifata tabidir, müşterisiz
meta zayidir"
beytini örnek verebiliriz. Şairlerin başarılarının
takdir edildiği ve karşılığı verildiği bir ortamda şair doğar. Şiir ve hikmet
adına şair elini açtığında gökyüzünde yağmur yağarsa şair doğar. Şiirin
gökyüzünden yeryüzüne inmesine gerek yok şiiri anlamak adına okuyucuda bir
keramet zuhur etse bu kâfi gelir. Her şeyin bir alıcı ile değer kazandığını,
bir bakıma değerini alıcıda tecrübe ettiğini, basitten derine kadar hayat bize
öğretiyor.
Gelelim
başlığa…
Bir şairi kim/kimler
dinler? Düşünün şair İlhan Berk’in “Bir şiir yazılıp yeryüzüne çıkmışsa,
dünyada bir şeyler değişmiştir.” Dediği gibi şair de yazdığı şiiri nice engin
denizleri, volkanları, dağları, tepeleri aşarak kendini ispatlama çalışmış ve
insanlara “işte başardım.” Der gibi bir iltifat beklemektedir.
Klasik zamanlardaki
gibi şaire iltifatın bir usulü vardı. Öncelikle şairin kendisini himaye edecek
ve yine kendisine himmet edecek bir hamiye ihtiyacı vardı. Şiir sunulan kişiden
himmet isteme, kendi durumunu ona söyleme ve bazı beklentiler için de kasîde dediğimiz
şiirler yazılmıştır. Şâirler, bu tür taleplerini kasidenin fahriye bölümünde
dile getirmişlerdir. Fahriye, genellikle medhiye bölümünden sonra ve dua
bölümünden önce bulunan, şâirlerin kendilerini övdükleri, bazen övünme ile
birlikte lütuf ve ihsân talep ettikleri, kimi zaman da içinde bulundukları
durumu, sıkıntıları övdükleri kişiye arz ettikleri, felekten ve dünyadan
yakındıkları, sonuçta hâmînin yardımını istedikleri bölümdür. Bu bölümün
özelliği, şâirlerin kendilerinden bahsettikleri bölüm olmasıdır. Bu bahsediş,
bazen övünme, bazen de arz-ı hâl ve lütuf isteme şeklinde olmuştur.
Vaktiyle
kuyumcu gibi önüne kese altınlar atılan şairler varmış. Bunların başında
şüphesiz Nedim gelirmiş. İbrahim Paşa ve Şehzâde Mustafa'nın meclisinde
devşirme olan hizmetkâr Abdullah b. Geylan elindeki şarap kadehini düşürüp
Şiraz halısını kirletmiş, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa, bu hizmetkârı tam
azarlamak üzereyken Nedim söze girerek şiirini söyler.
“Ayağın
sakınarak basma aman sultanım
Dökülen mey,
kırılan şîşe-i rindân olsun”
Deyince İbrahim
Paşa da hizmetkârı affeder ve Nedim'in bu ince zekâsını kutlamak için de önüne
bir kese altın atmıştır
Günümüzde asil
insanların, yani hâmi durumunda olan insanların zengin olmadığı; zenginlerin de
hâmi derecesine yükselmediği acı bir dönemi yaşıyoruz. Dergiler, kitaplar şayet
satılırsa şaire iltifat olur ama orda da yayınevi faktörü öne çıkarak şaire
yapılacak faktöre kat vurulur. Şaire kala kala cebinde sakladığı yeni şiiri ile
divanda, meydanda ya da bir meclis ortamında kendilerine şiir okuyacağı
insanları bulabilmektir.
Bütün bunlar
olurken şairle okur arasında bir kan uyuşmazlığı olmamalı. Şiirle şair ve
şairle okuyucu arasında gizli bir yol vardır. Yoksa şair her ne kadar bir
feryadın sesini inleyerek dışa dökse de ince bir çizgiyi dağlayarak üflese de şiir;
okuyucuya, okuyucu da şaire küsebilir.
Şiiriyle ilgili
bir hatırasında Şair Nurullah Genç’in dinlemeye değer bir anekdotu var.
Nurullah Genç, şiirimi yirmi dört
saat içinde birine okuyamazsam şiiri bırakırım, demişti. Hatıranın detayı
şöyle…
Yıl 1980… O
zamanlar cebinde şiiri var ama inşaatlarda bir işçidir Nurullah Genç. Kendi
ifadesiyle en büyük zorluk inşaatlarda çalışmak değil yazdığı şiirini kimseye
okuyamamak demişti. O, şiirini okuyacak kimseyi bulamamaktan şikâyetçiydi. Sanatkâr,
eserini sergilemek ister ama sergilenecek imkân ve mekânı bulamayınca onda
sanat ölümü gerçekleşir. Şair, ismiyle müsemma huzur aramak için Huzur
Kıraathanesine gidiyor. Ve orada ilk gelip oturacak kişiye şiirini okuyacak. Ve
böylece şiiri kurtulacaktı. Şiirinin geleceği de kurtulacaktı. Tam bu hayaller
içinde iken az sonra bir genç adam elinde bir kitap ile kıraathaneye geliyor. Ve
Nurullah Genç, sandalyesini genç adama yaklaştırıyor. Derdini, anlattı. Buyur,
okuyun dedi. Nurullah Genç, şiirini okur. Genç adam da şiirin burası olmamış,
şurası böyle olsun diye nasihatte bulunmuş. Meğer şiir ile de alakalı. Nurullah
Genç için “nur ala nur” bir durum oluşmuş. En sonunda tanışmışlar. Ben Nurullah
Genç, ben Nazir Akalın… Meğer ikisi de birbiriyle mektup yoluyla
tanışıyorlarmış. O zamanlar Erzurum İlahiyat’ta okuyan ve bugün Ay Vakti
dergisini çıkaran şair Dr. Şeref Akbaba, ikisine de mektup yazmış.
Harçlıklarımızdan biriktirerek bir dergi çıkaralım, demiş. Önce Nurullah Genç
Nazir Akalın’a şiiri mektupla gönderiyor, sonra Nazir Akalın Nurullah Genç’e
şiiri gönderiyor. Sonra düzeltilmiş hali Şeref Akbaba’ya yollanıyor. Tabi
dergileri ancak iki yıl sonra 1982’de neşrediliyor.
Nurullah Genç,
şiir adına şair adına yeniden doğuşunu kime borçludur, dersiniz? Merhum şair
Nazir Akalın’a… Nazir Akalın, Nurullah Genç’in şiir hayatını kurtarıyor ama kendi
hayatını 28 Şubatçıların elinden kurtaramıyor. Allah rahmet eylesin. Şairin
Eldivenleri kitabını arkadaşlar olarak toplu almıştık.
Şairin doğuşu
ve şairin ölümü böyle bir şey olsa gerek.
Not: Nurullah
Genç Hocamızı Urfa’da Halilürrahman gölü kenarında şiir severlerle buluşturan
Şanlıurfa-Eyyübiye Belediyesi başkanı Sayın Mehmet Kuş’a ve Kültür Sosyal işler
Müdürü İsmail Kaya hocamıza teşekkür ederiz.