Dolar (USD)
34.59
Euro (EUR)
36.24
Gram Altın
2991.18
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
02 Ekim 2022

Bir şairi kim dinler

Bu başlığı şöyle de düşünebiliriz. Bir şair kaç kere doğar veya kaç kere ölür? Şairi öldüren adeta geri dönüşümlü kartondan yapılmış bu dünyadır. Şairi doğuran da aynı dekordan ibaret olan bu dünyadır. Şair, eğer bir şeyleri farklı biçimlerde söylemiş ve hayata ayak uydurmuş olanların uykularını kaçırmışsa bu, onun için ölüm demektir.

Bu dünyada şair nasıl doğulur? Ya da şair nasıl ortaya çıkar? Bu soruyu cevaplamak için Muallim Naci'nin:

"Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir"

beytini örnek verebiliriz. Şairlerin başarılarının takdir edildiği ve karşılığı verildiği bir ortamda şair doğar. Şiir ve hikmet adına şair elini açtığında gökyüzünde yağmur yağarsa şair doğar. Şiirin gökyüzünden yeryüzüne inmesine gerek yok şiiri anlamak adına okuyucuda bir keramet zuhur etse bu kâfi gelir. Her şeyin bir alıcı ile değer kazandığını, bir bakıma değerini alıcıda tecrübe ettiğini, basitten derine kadar hayat bize öğretiyor.

Gelelim başlığa…

Bir şairi kim/kimler dinler? Düşünün şair İlhan Berk’in “Bir şiir yazılıp yeryüzüne çıkmışsa, dünyada bir şeyler değişmiştir.” Dediği gibi şair de yazdığı şiiri nice engin denizleri, volkanları, dağları, tepeleri aşarak kendini ispatlama çalışmış ve insanlara “işte başardım.” Der gibi bir iltifat beklemektedir.

Klasik zamanlardaki gibi şaire iltifatın bir usulü vardı. Öncelikle şairin kendisini himaye edecek ve yine kendisine himmet edecek bir hamiye ihtiyacı vardı. Şiir sunulan kişiden himmet isteme, kendi durumunu ona söyleme ve bazı beklentiler için de kasîde dediğimiz şiirler yazılmıştır. Şâirler, bu tür taleplerini kasidenin fahriye bölümünde dile getirmişlerdir. Fahriye, genellikle medhiye bölümünden sonra ve dua bölümünden önce bulunan, şâirlerin kendilerini övdükleri, bazen övünme ile birlikte lütuf ve ihsân talep ettikleri, kimi zaman da içinde bulundukları durumu, sıkıntıları övdükleri kişiye arz ettikleri, felekten ve dünyadan yakındıkları, sonuçta hâmînin yardımını istedikleri bölümdür. Bu bölümün özelliği, şâirlerin kendilerinden bahsettikleri bölüm olmasıdır. Bu bahsediş, bazen övünme, bazen de arz-ı hâl ve lütuf isteme şeklinde olmuştur.

Vaktiyle kuyumcu gibi önüne kese altınlar atılan şairler varmış. Bunların başında şüphesiz Nedim gelirmiş. İbrahim Paşa ve Şehzâde Mustafa'nın meclisinde devşirme olan hizmetkâr Abdullah b. Geylan elindeki şarap kadehini düşürüp Şiraz halısını kirletmiş, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa, bu hizmetkârı tam azarlamak üzereyken Nedim söze girerek şiirini söyler.

“Ayağın sakınarak basma aman sultanım

Dökülen mey, kırılan şîşe-i rindân olsun”

Deyince İbrahim Paşa da hizmetkârı affeder ve Nedim'in bu ince zekâsını kutlamak için de önüne bir kese altın atmıştır

Günümüzde asil insanların, yani hâmi durumunda olan insanların zengin olmadığı; zenginlerin de hâmi derecesine yükselmediği acı bir dönemi yaşıyoruz. Dergiler, kitaplar şayet satılırsa şaire iltifat olur ama orda da yayınevi faktörü öne çıkarak şaire yapılacak faktöre kat vurulur. Şaire kala kala cebinde sakladığı yeni şiiri ile divanda, meydanda ya da bir meclis ortamında kendilerine şiir okuyacağı insanları bulabilmektir.

Bütün bunlar olurken şairle okur arasında bir kan uyuşmazlığı olmamalı. Şiirle şair ve şairle okuyucu arasında gizli bir yol vardır. Yoksa şair her ne kadar bir feryadın sesini inleyerek dışa dökse de ince bir çizgiyi dağlayarak üflese de şiir; okuyucuya, okuyucu da şaire küsebilir.

Şiiriyle ilgili bir hatırasında Şair Nurullah Genç’in dinlemeye değer bir anekdotu var.

Nurullah Genç, şiirimi yirmi dört saat içinde birine okuyamazsam şiiri bırakırım, demişti. Hatıranın detayı şöyle…

Yıl 1980… O zamanlar cebinde şiiri var ama inşaatlarda bir işçidir Nurullah Genç. Kendi ifadesiyle en büyük zorluk inşaatlarda çalışmak değil yazdığı şiirini kimseye okuyamamak demişti. O, şiirini okuyacak kimseyi bulamamaktan şikâyetçiydi. Sanatkâr, eserini sergilemek ister ama sergilenecek imkân ve mekânı bulamayınca onda sanat ölümü gerçekleşir. Şair, ismiyle müsemma huzur aramak için Huzur Kıraathanesine gidiyor. Ve orada ilk gelip oturacak kişiye şiirini okuyacak. Ve böylece şiiri kurtulacaktı. Şiirinin geleceği de kurtulacaktı. Tam bu hayaller içinde iken az sonra bir genç adam elinde bir kitap ile kıraathaneye geliyor. Ve Nurullah Genç, sandalyesini genç adama yaklaştırıyor. Derdini, anlattı. Buyur, okuyun dedi. Nurullah Genç, şiirini okur. Genç adam da şiirin burası olmamış, şurası böyle olsun diye nasihatte bulunmuş. Meğer şiir ile de alakalı. Nurullah Genç için “nur ala nur” bir durum oluşmuş. En sonunda tanışmışlar. Ben Nurullah Genç, ben Nazir Akalın… Meğer ikisi de birbiriyle mektup yoluyla tanışıyorlarmış. O zamanlar Erzurum İlahiyat’ta okuyan ve bugün Ay Vakti dergisini çıkaran şair Dr. Şeref Akbaba, ikisine de mektup yazmış. Harçlıklarımızdan biriktirerek bir dergi çıkaralım, demiş. Önce Nurullah Genç Nazir Akalın’a şiiri mektupla gönderiyor, sonra Nazir Akalın Nurullah Genç’e şiiri gönderiyor. Sonra düzeltilmiş hali Şeref Akbaba’ya yollanıyor. Tabi dergileri ancak iki yıl sonra 1982’de neşrediliyor.

Nurullah Genç, şiir adına şair adına yeniden doğuşunu kime borçludur, dersiniz? Merhum şair Nazir Akalın’a… Nazir Akalın, Nurullah Genç’in şiir hayatını kurtarıyor ama kendi hayatını 28 Şubatçıların elinden kurtaramıyor. Allah rahmet eylesin. Şairin Eldivenleri kitabını arkadaşlar olarak toplu almıştık.

Şairin doğuşu ve şairin ölümü böyle bir şey olsa gerek.

Not: Nurullah Genç Hocamızı Urfa’da Halilürrahman gölü kenarında şiir severlerle buluşturan Şanlıurfa-Eyyübiye Belediyesi başkanı Sayın Mehmet Kuş’a ve Kültür Sosyal işler Müdürü İsmail Kaya hocamıza teşekkür ederiz.