Bir postmodernizm aracı olarak imajoloji
Klasik dönem
kendini büyük oranda içerikle ifade ediyordu. Mana her şeyin önündeydi. Aslolan
doğayı özünden kavramak olduğu için klasik dönem insanı dış dünyayla kurduğu
her türden münasebette fayda esasına rücu bir yaklaşım ortaya koydu. İlahi
metinler, ahlak sistemleri, estetik sunumlar biçimin müphem yollarından içeriğe
ulaşmayı ihsas ediyordu. Amaç kıssa değil hisseydi çünkü. Her kıssa dönüp
dolaşıp mutlaka bir hisseye ulaşıyor, insanlar da oradan hayata dair
kendilerine pay çıkarıyorlardı.
Modernleşme biçim ile içeriği belli düzeyde
uzlaştırdı. Mana elbette önemliydi ama ona ulaşmak için biçimi dolaşmak
gerekiyordu. Öz elbette kıymete şayandı ama onun etrafını saran dış halkanın da
bir değeri vardı. Ruhun da bilincin de insan için kıymeti ortadaydı ama beden
olmadan onların bu dünyada yaşama şansı yoktu. Nihai aşamada her bilinç ışığı,
parlamak için sabitleneceği bir yüzeye ihtiyaç duyuyordu ve bu da kendiliğinden
somut ile soyutun sentezine kapı aralıyordu. Bir anti-klasik hareket olsa da
modernleşme süreçlerinin tamamı kendini klasikten koparırken klasiğin
tramplenine atlama içgüdüsüyle zuhur etti. Modernleşme skolastisizmi gömerken
bile klasik metinlerden yararlandı. Teori-pratik uyumu olsa, yapılanlar
söylenenleri işaret etse, söz ile eyleyiş arasındaki makas açılmasa sadece
Avrupa’ya değil, dünyanın tamamına vaat edeceği harika bir tahayyül alanı vardı
modernleşmenin ama ibre postmodernizme kayınca insanlığın ortak aklının
biriktirdiği bütün o kazanımlar aşırı kapitalizm eliyle bir anda buharlaştı;
insan, insanlık, gezegenimiz ve hatta evren de tarihin öncesinde hiç şahit
olmadığı bir uçuruma yuvarlandı.
Postmodern süreç biçimi öne çıkarıp
mutlaklaştırarak içeriğin içini boşalttı. Artık her yerde, gerisinde ruhu ve
gövdesi olmayan yüzey yapılar var. Ruhu olmayan bedenler, bedensiz dolaşan
ruhlar, gövdesi metalden robotlar, uzaktan kumandalı gözler, iç dünyalar, sanal
evrenlerde verilen savaşlar, çevrim içinden çevrim dışına çıkılınca geriye
hiçbir şeyin kalmadığı mevhum alemler… Varoluşun yerini önce görüntüye, sonra
da görünürlüğe bıraktığı uçsuz bucaksız bir izlenimler, varsayımlar,
tahayyüller ve imajlar alanı…
Bütün bunlar göz
önüne alınınca klasik süreç ne olduğumuzu, modern süreç neye sahip olduğumuzu,
postmodern süreç ise başkalarının gözünde nasıl göründüğümüzü kıymete bağlıyor.
Bundan dolayıdır ki klasik kültür bir içerik tahkimi olarak oluş, modern süreç
içerik-biçim sentezi olarak eyleyiş ve eyleme alanını genişletme, postmodern
süreç ise imajlar üzerinden etki alanını var olan bütün uzamlara yayma
eğilimidir. İmajın hayatın omurgasına yerleşmesinin, gerisindeki her türden
varoluşa kısa devre yaptırıp saflaştırılmış
biçim olarak ontolojik zemine oturmasının teorisine mutlak ihtiyacımız var.
Öteden beri teori yoksunu bir ülke olduğumuz için yüz elli yıllık Batılılaşma
tarihimizin bu aşamasında bile hala teori üreten akıllar ancak bize ufuk
açabilir. Çünkü teorisi olmayan hiçbir pratik kendine yön tayin edemez,
istikamet olmayınca eyleyiş de kendiliğinden boş uğraşa, gereksiz yorgunluğa
tahvil olunur.
İmajların
hayatın yerini işgal ettiği bu süreçte büyük, doyurucu, ufuk açıcı, yer yer
sarsıcı ama bir o kadar da hak ettiği değeri bulamamış, anlaşılamamış, en
azından hak ettiği yaygınlığı kazanamamış bir kitap var masamın üstünde: Doç.
Dr. Ali Öztürk’ün İmajoloji adlı
yetkin çalışması. Kriz Sosyolojisi, Medeniyet ve Sosyoloji ile editörlüğünü
yaptığı Yüzyılın Sorunları ve Sosyoloji
adlı kitaplarıyla da tanıdığımız Ali Öztürk akademide çok da rastlamadığımız
cins bir kafa. Diğer metinlerinde olduğu gibi burada da imaja tarihi seyri,
doğası ve işlevi bakımından yaklaşıyor, deyim yerindeyse çağın ruhuna özgü,
çağın gerektirdiği, hatta çağırdığı bir disiplin alanı inşa etme gayreti
güdüyor. Elbette imajı Batı kültürünün tekelinden çıkarıp ona Doğu’nun kadim
bilgeliğinden süzülen kristalize edilmiş düşünce huzmelerini de ekleyerek.
Üçüncü baskısı Elis Yayınları tarafından yapılan metin 10 bölümden oluşuyor.
Yazar birinci bölümde imajın ontolojik zeminini yokluyor, yeni bir disipline
neden ihtiyaç duyulduğunu gerekçelendiriyor. İkinci bölümde imajların ve
spekülasyonların tarihini irdeleyerek ontolojiye tarihsel bir boyut ekliyor.
Böylece insanın kendini görünür kılma çabasından her şeyin sanaliteye
indirgenmesine kadarki bütün süreçleri yerli yerinde tartışıyor ve metne
olağanüstü bir artzamanlılık ekliyor. Üçüncü bölümün tamamı imajist bilgi ile
insan varoluşu arasındaki ilişkiye ayrılmış. Dördüncü bölümde imajist bilgiyi
teorileştirmeye; dördüncü bölümde o teoriye ontolojik bir zemin eklemeye
çalışıyor. Altıncı bölümde, o ontolojinin bir yansıması olarak bir epistemik
alan inşa ediyor ve ona hem etik hem estetik hem de tarih felsefesi ekliyor.
Yedinci bölümde imajolojinin dikey araçlarını sunuyor: İmajist bilginin
evrensel araçlarının iletişim, sanat ve ideolojiyle kurduğu ilişkiyi hem tefrik
hem teşrih ederek mikroanalize tabi tutuyor. Sekizinci bölümde imajolojinin
yatay araçlarını tasnif ediyor. İmajist bilginin modern araçlarından reklam,
reklam dili, reklam tüketimi, reklamın kitlelerle buluşması için oluşturulan
davranış kalıpları, imajolojinin toplum psikolojisiyle olan ilişkisi, ihtiyaç
üretiminde imajların yeri gibi derin meseleleri tartışmaya açıyor, hüküm
veriyor, daha da önemlisi belli formülasyonlar eşliğinde, olası algoritmalara
ilham verdirecek kararlı savlar öne sürüyor. Dokuzuncu bölümde ideolojinin
yatay (eşzamanlı) araçlarını irdelemeyi sürdürerek burada imajist bilgi ile
medya arasındaki ilişkiyi sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda ortaya bir model
koyuyor. Onuncu ve son bölümde imajist bilginin ekolojik gelişimini müzakere
ediyor. Gelenek ve sanalite, modernite ve sanalite, sanal bir topluma doğru,
sanal iletişim modeli, -biraz ironik de olsa- sanal sağduyunun genel çerçevesi
ve inançtan sanaliteye evrilen dünyanın kodlarını sıralıyor.
Bir köşe yazısının
sınırları böylesine iddialı ve hacimli bir çalışmanın bütün hatlarını anlatmaya
elbette elvermez. Ama zaten biz de güneşin kendisini değil sadece ışıklarını
üzerimizde hissetmekle yetinmiyor muyuz?