Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
02 Kasım 2022

Bir postmodernizm aracı olarak imajoloji

Klasik dönem kendini büyük oranda içerikle ifade ediyordu. Mana her şeyin önündeydi. Aslolan doğayı özünden kavramak olduğu için klasik dönem insanı dış dünyayla kurduğu her türden münasebette fayda esasına rücu bir yaklaşım ortaya koydu. İlahi metinler, ahlak sistemleri, estetik sunumlar biçimin müphem yollarından içeriğe ulaşmayı ihsas ediyordu. Amaç kıssa değil hisseydi çünkü. Her kıssa dönüp dolaşıp mutlaka bir hisseye ulaşıyor, insanlar da oradan hayata dair kendilerine pay çıkarıyorlardı.

Modernleşme biçim ile içeriği belli düzeyde uzlaştırdı. Mana elbette önemliydi ama ona ulaşmak için biçimi dolaşmak gerekiyordu. Öz elbette kıymete şayandı ama onun etrafını saran dış halkanın da bir değeri vardı. Ruhun da bilincin de insan için kıymeti ortadaydı ama beden olmadan onların bu dünyada yaşama şansı yoktu. Nihai aşamada her bilinç ışığı, parlamak için sabitleneceği bir yüzeye ihtiyaç duyuyordu ve bu da kendiliğinden somut ile soyutun sentezine kapı aralıyordu. Bir anti-klasik hareket olsa da modernleşme süreçlerinin tamamı kendini klasikten koparırken klasiğin tramplenine atlama içgüdüsüyle zuhur etti. Modernleşme skolastisizmi gömerken bile klasik metinlerden yararlandı. Teori-pratik uyumu olsa, yapılanlar söylenenleri işaret etse, söz ile eyleyiş arasındaki makas açılmasa sadece Avrupa’ya değil, dünyanın tamamına vaat edeceği harika bir tahayyül alanı vardı modernleşmenin ama ibre postmodernizme kayınca insanlığın ortak aklının biriktirdiği bütün o kazanımlar aşırı kapitalizm eliyle bir anda buharlaştı; insan, insanlık, gezegenimiz ve hatta evren de tarihin öncesinde hiç şahit olmadığı bir uçuruma yuvarlandı.

Postmodern süreç biçimi öne çıkarıp mutlaklaştırarak içeriğin içini boşalttı. Artık her yerde, gerisinde ruhu ve gövdesi olmayan yüzey yapılar var. Ruhu olmayan bedenler, bedensiz dolaşan ruhlar, gövdesi metalden robotlar, uzaktan kumandalı gözler, iç dünyalar, sanal evrenlerde verilen savaşlar, çevrim içinden çevrim dışına çıkılınca geriye hiçbir şeyin kalmadığı mevhum alemler… Varoluşun yerini önce görüntüye, sonra da görünürlüğe bıraktığı uçsuz bucaksız bir izlenimler, varsayımlar, tahayyüller ve imajlar alanı…

Bütün bunlar göz önüne alınınca klasik süreç ne olduğumuzu, modern süreç neye sahip olduğumuzu, postmodern süreç ise başkalarının gözünde nasıl göründüğümüzü kıymete bağlıyor. Bundan dolayıdır ki klasik kültür bir içerik tahkimi olarak oluş, modern süreç içerik-biçim sentezi olarak eyleyiş ve eyleme alanını genişletme, postmodern süreç ise imajlar üzerinden etki alanını var olan bütün uzamlara yayma eğilimidir. İmajın hayatın omurgasına yerleşmesinin, gerisindeki her türden varoluşa kısa devre yaptırıp saflaştırılmış biçim olarak ontolojik zemine oturmasının teorisine mutlak ihtiyacımız var. Öteden beri teori yoksunu bir ülke olduğumuz için yüz elli yıllık Batılılaşma tarihimizin bu aşamasında bile hala teori üreten akıllar ancak bize ufuk açabilir. Çünkü teorisi olmayan hiçbir pratik kendine yön tayin edemez, istikamet olmayınca eyleyiş de kendiliğinden boş uğraşa, gereksiz yorgunluğa tahvil olunur.

İmajların hayatın yerini işgal ettiği bu süreçte büyük, doyurucu, ufuk açıcı, yer yer sarsıcı ama bir o kadar da hak ettiği değeri bulamamış, anlaşılamamış, en azından hak ettiği yaygınlığı kazanamamış bir kitap var masamın üstünde: Doç. Dr. Ali Öztürk’ün İmajoloji adlı yetkin çalışması. Kriz Sosyolojisi, Medeniyet ve Sosyoloji ile editörlüğünü yaptığı Yüzyılın Sorunları ve Sosyoloji adlı kitaplarıyla da tanıdığımız Ali Öztürk akademide çok da rastlamadığımız cins bir kafa. Diğer metinlerinde olduğu gibi burada da imaja tarihi seyri, doğası ve işlevi bakımından yaklaşıyor, deyim yerindeyse çağın ruhuna özgü, çağın gerektirdiği, hatta çağırdığı bir disiplin alanı inşa etme gayreti güdüyor. Elbette imajı Batı kültürünün tekelinden çıkarıp ona Doğu’nun kadim bilgeliğinden süzülen kristalize edilmiş düşünce huzmelerini de ekleyerek. Üçüncü baskısı Elis Yayınları tarafından yapılan metin 10 bölümden oluşuyor. Yazar birinci bölümde imajın ontolojik zeminini yokluyor, yeni bir disipline neden ihtiyaç duyulduğunu gerekçelendiriyor. İkinci bölümde imajların ve spekülasyonların tarihini irdeleyerek ontolojiye tarihsel bir boyut ekliyor. Böylece insanın kendini görünür kılma çabasından her şeyin sanaliteye indirgenmesine kadarki bütün süreçleri yerli yerinde tartışıyor ve metne olağanüstü bir artzamanlılık ekliyor. Üçüncü bölümün tamamı imajist bilgi ile insan varoluşu arasındaki ilişkiye ayrılmış. Dördüncü bölümde imajist bilgiyi teorileştirmeye; dördüncü bölümde o teoriye ontolojik bir zemin eklemeye çalışıyor. Altıncı bölümde, o ontolojinin bir yansıması olarak bir epistemik alan inşa ediyor ve ona hem etik hem estetik hem de tarih felsefesi ekliyor. Yedinci bölümde imajolojinin dikey araçlarını sunuyor: İmajist bilginin evrensel araçlarının iletişim, sanat ve ideolojiyle kurduğu ilişkiyi hem tefrik hem teşrih ederek mikroanalize tabi tutuyor. Sekizinci bölümde imajolojinin yatay araçlarını tasnif ediyor. İmajist bilginin modern araçlarından reklam, reklam dili, reklam tüketimi, reklamın kitlelerle buluşması için oluşturulan davranış kalıpları, imajolojinin toplum psikolojisiyle olan ilişkisi, ihtiyaç üretiminde imajların yeri gibi derin meseleleri tartışmaya açıyor, hüküm veriyor, daha da önemlisi belli formülasyonlar eşliğinde, olası algoritmalara ilham verdirecek kararlı savlar öne sürüyor. Dokuzuncu bölümde ideolojinin yatay (eşzamanlı) araçlarını irdelemeyi sürdürerek burada imajist bilgi ile medya arasındaki ilişkiyi sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda ortaya bir model koyuyor. Onuncu ve son bölümde imajist bilginin ekolojik gelişimini müzakere ediyor. Gelenek ve sanalite, modernite ve sanalite, sanal bir topluma doğru, sanal iletişim modeli, -biraz ironik de olsa- sanal sağduyunun genel çerçevesi ve inançtan sanaliteye evrilen dünyanın kodlarını sıralıyor.

Bir köşe yazısının sınırları böylesine iddialı ve hacimli bir çalışmanın bütün hatlarını anlatmaya elbette elvermez. Ama zaten biz de güneşin kendisini değil sadece ışıklarını üzerimizde hissetmekle yetinmiyor muyuz?