Bir Lokma Bir Hırka Yeterdi
Çok konuşup az yazdığımız günlerden az yazıp üzerinde çok konuşulacak bir vakte erdik. Kendimizi, ailemizi, eş-dost, yakınımızı, şehrimizi, ülkemizi ve dünyamızı düşündük. Bütün bunlarla birlikte ahir zamana dair alametleri görmek biz düşünen insanları düşünmeye sevk ediyor.
Ahir zamanın en büyük alameti nazarımızca ZAMANSIZLIK. Batı menşeli bir hastalık olan ZAMANSIZLIK, Doğu Menşeli Korona Virüs (Taç kıran) karşısında boynunu bükmüş bir vaziyette evine dönüyor. O, evine dönerken kendi müridleri olan çağdaşçıları- sekülercileri- de götürüyor.
Doğu’da klasik zamanlarda tevekkül sahiplerinin istediği şey, bir hurma bir hırkaydı. Onlar, kendi sahiplerini biliyorlardı, sahibi de onları. Allah, ihlaslı kullarını, kendisiyle iyi ilişki içinde olan kullarını şeytana karşı koruduğu gibi dışarıdan gelen diğer tehlikelere karşı da koruyor. İhlaslı kullar, zamanın sahibini, yaptıkları işin her anında anıyorlar. Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?...Bu sorular düşünebilen insanların Allah’ı anmak adına sorduğu ve cevap aldığı sorulardı.
Modern zamanlarda bir hurma bir hırkaya talip olanlar, Batılılar tarafından bu dünyaya ait olmayanlar şeklinde algılanmıştı. Çünkü onlara göre Allah var gam yok. Allah bes, baki hevesti.
Ya Batı?...
Batı ve Batılılar, yüce kitabımızda anlatılan Firavun karekterine çok benziyor. Kuran-ı Kerim’de Allah u Teala Firavun’u kötülerken “israf edici” olarak tanımlıyor. İsraf edenler şeytanın arkadaşıdır. Bugün israfın, lüks hayatın, konforun müsebbibi Batılı zihniyet dediğimiz seküler zihniyet değil mi?
Merhum Şair Akif İnan:
“Batı ki sırtımda paslı bıçaktır/ Anamı sorarsan büyük doğudur.”
Diyordu. Kısmî rahat ve konformist yaşam sadece Batılıları değil bizi de bozdu. Büyük ailim İbni Haldun,”bükemediğin eli öpersin.” Diyordu. İşte Batı ve değerleri karşısında Müslümanlar bir krize girince yenildi. Artık üretemez olduk, sunamaz olduk değerlerimizi. Artık alet ve ürünler, Batılılar tarafından tasarlanıyor ve onlar tarafından üretimi yapılıyordu. Biz, sadece alıcıydık, onların pazarıydık. Çok sonradan fark ettik ki her ürün ve alet, üretildiği dünya görüşünü de ahlakını da beraberinde getiriyordu. İki örnek vereceğim. Radyo geldi, içeriğini hazırlayamadık. Televizyon ve sinema geldi, içeriğini hazırlayamadık. Hep Batı’dan hazır programlar aldık. Ayrıca seri üretim ve ihtiyaç aşırı malların piyasaya girmesiyle bir sevgisizler çağı meydana gelmiş oluyordu. Bu çağ bizim dışımızda ama bizi dahil ediyordu.
Başa dönersek bir hurma bir hırka ile tevekkül sahibi olan bizler Batılıların domino etkisiyle kürkler, yatlar, mobilyalar yemek takımları, lüks arabaları, lüks yatları olan insanlar olduk. Peki ya fakirlerimiz, yaşlılarımız... Onlara da tüketemediğimiz, az tükettiğimiz ve çöplere bıraktığımız eşyaları bıraktık. Kadınlarımız anne iken onları birer meta haline getirdik. Sokağa, caddeye, meydanlara sürdük. Fabrikalara, balolara, işyerlerine asıl unsurlar olarak yerleştirdik. Konu mankeni yaptık. Törenlerden, şölenlerden kadınlarımız geri kalmıyorlardı. Ayinlerden ve yortulardan da. Sabahleyin evde kahvaltı yapmıyor, lüks kahvaltı salonlarında, öğleleyin lokantalarda -sosyal otlangaçlarda-vakitler geçiriliyordu. Kırk yıl hatırı olan bir fincan kahvenin kafedeki fiyatı hayallerin ötesindeydi.
Bütün bunların üstüne, hepsinin üstüne daha çok şeyler söyleyebiliriz. Batılı değerler karşısında ancak kendi olabilen kadın; anne ve ancak kendi olabilen erkek; baba oluyordu. Öbür türlü çocuklar hep başkalarının ahlakıyla, başkalarının gıdalarıyla büyüyordu. Anne kucağını, baba şefkatini görmeyen çocuklar büyüdüklerinde onlara da bakmayacaktı haliyle. Ve yaşlılar huzurevine gidecekti. Orada huzur bulacaktı. Sonra... Sonra ise Behçet Kemal Çağlar’ın şiirini ve Münir Nurettin Selçuk’un bestesini yad ederek.
“Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan ah Kalamış’tan” diyeceklerdi.