Bir kayboluş hikâyesi
Günler başladı. Günler bitti. Gece, uzanamayacağımız kadar kısaldı. Kapandı ağızlar. Dezenfektanların kalıcı kokusu kaldı dünyanın merkezi yaptığımız inimizde…
Tombul yanaklı çocukların şeker peşinde koşuşturduğu bir dünya değil artık burası. Puslu, uğultulu kirli sokakların el değmemiş fıtratı tedavülden kalktı.
Herkes kendi ininden sesleniyor berbat kümes saatlerinde… İptal edilmiş bir hayatın, tavan arasına hapsedilmiş tozlu düş kırıntılarının arasından bakmaya çalışıyorsun. Nereye olduğunun ne önemi var?
Dondurucuda uyuşturulmuş bilinçaltının bilmem hangi köşesinde hangi hayali yakalama şansın var ki?
Vakit öldürürken öldürdük biz onları. Ödlekçe bir kırgınlığın, yalnızlığın tenha tepelerinde. Bir bayram şekerine hasret çocuğun kadife hayallerine inat.
Yalnızsın işte. Kaç lira eder değerin? Global endekste var mı yerin? Umut sektörü artık kazandırıyor mu borsada?
O zaman yalnız bir adam gibi yürümesini öğreneceksin. Kahveyi sade içeceksin. Kalbinde reklam bandıyla dolaşan et çuvallarına aldırmadan. Omuzlarını değdirmeden. Göz göze gelmeden. Sessizce, yüzerek.
Bırak nereye gidiyorlarsa gitsinler. Kim çağırıyor nötr bakışlı bu zayıf insanları? Bunca kalabalık, sırtına iliştirilen etiketlerle nereye gidebilir en fazla. Bırak seni görmeden yollarına devam etsinler.
Bayrama ayarlanmış neşe saatlerinin de alarmı duyulmuyorsa şayet, kime selam yollayacaksın? O halde mahalle binalarını sırtına verip, iskambilden bir kâğıt çeker gibi sıyrılmanın vakti değil midir?
Kaçış mı? Hayır, hayır. Kimsenin sana erişememesi, duyamaması, yetişememesidir bu. Ayaklarımızdan tepemize doğru hücum eden bu kederli çağın tam ortasında bulunmuş olmanın talihsizliği.
Zeytinyağı kokan baba ocağında, sırtına odun yüklemiş bir ananın çorbasında, talihinin ona hep yıkım seçeneğini dayattığı bu bulanık, kancık çağda, hayal kırıklıları ile mahcubiyet arasında hesaplanabilir kalori miktarınca belirlenmiş basit bir hayat.
Ve hayatın hemen her safhasında belirli dozlar miktarınca bünyeye enjekte edilen bir acı. Bu acının bedeli karşılığında ya kendin olursun ya da kendini imha edersin.
Semyonov Meydanı'na götürülen Dostoyevski’nin talihsiz kederi, Şems’in başka bir diyara geçerken duyduğu ıstırabı, tam düşecekken tutunduğu tuğlayı kendine Rabb bellemeyen Özel’in acısı, Tanpınar’ın sigara dumanında yitirdiği hayalleri ve “ne fiyakasız bir devirmiş bu “diyerek inleyen şaşkının zihin kasılmaları.
Yaşamın, mutlu, saygıdeğer resmini çizemeyen kendine yetişememiş yitik insanları… Biraz daha uzağa gidip ne yapacağını kestiremeyen kendinde kaybolmuş düş kırıklıkları.
Zaman geçiyor ve üstelik giyinik haldeyim. Bir şeylerin yolunda gitmediğini konuşacak bir kıvam bu. Bir şey kırıldı yine. Bir şeyler hep kırılır. Dayanıksızlığın kaderi mi demeliyim buna.
Georgere Perec’e soracak olsam, bilerek soğuttuğu ve içine birkaç damla şekerli konsantre süt damlattığı neskafesinden bir yudum alarak şöyle diyecektir.
Yapma, tanı koymaya alışık değilsin ki sen. Biliyorum bunu yapmak da istemiyorsun. Seni rahatsız eden şey; hiçbir şeyin değişmediği.
Geçici ve yürek paralayıcı o arzu, artık hiçbir şey duymama, görmeme, sessiz ve hareketsiz kalma arzusu. Saçma sapan yalnızlık düşleri. Körler ülkesinde başıboş dolaşan bellek kaybına uğramış biri.
“Sarsılmaz kanaatlerimizin maskesi düşünce” diyor Perec,“dilsiz yüzler sana asla ulaşamayacak.” Bellek kaybı da eşantiyon!
Daha ne olsun.
Bayramın bu vaktinde, bulanık bir kayıtsızlık halinde, pandemik nevroz halinin kırılgan zemininde kaybolmanın ertelenmiş hüznü bu. Peki, siz ne sandınız? Pek mi karamsar buldunuz?
Arkana dönüp baktığında bayram şekeri tadında pembe bir hayat mı görüyorsun? Kendini gülünç şeylere kaptırmanın adını ne koydun? Hangi zaman aralığına kurdun mutluluğunu?
Yaşamın kıyısında ayaklarımı ıslatırken düşler, yakama yapışırken hakikat, ellerim beyazlığında bir saflıkla uzanırken Gürçamlar koyuna, son dalga çarpana kadar bağrıma, bekleyeceğim.
Kaybolmanın o nazik çilesini çekeceğim, siz bayram tadında bir hayatı kucaklarken…