Bir Hira'mız olsun
Kendi fıtrat koduna
cüda düşmüş ve bu ayrılığın neticesi olarak insani değerlerden yoksun kalmaya
başlayan insanların sayısının fütursuzca arttığı geçmiş döneme bir inelim sayın
okur. Kız çocuklarının doğumunu utançla
karşılayan babaların olduğu, adaletsizlik ve haksızlığın uğramadığı sokak
kalmamış bir şehir, kadınların ancak erkek çocuğu doğururlarsa aileden
sayılabilecekleri bir sosyal tabu hayal edin. Kızları için en hayırlı damadın
‘toprak’ sayıldığı ve bu yüzden onu diri diri gömmenin bir iyilik kabul
edildiği bir toplum düşünün. İnsanların katı sosyal sınıflara ayrıldığı ve köle
efendi sisteminin zehirli köklerinin yayıldığı topraklara gidelim.
Böyle bir ortamda
ruhunun sıkışıp kaldığını her geçen gün daha fazla hisseden ve bunu hissettikçe
de kendi Hira’sına çekilen bir rahmet elçisi düşünün. Gerçeğin, hak olan yolun
bu insanların yaşam tarzı ile uyuşmadığına ruhu emin idi. Heva ve heveslerini,
hırslarını, kabilelerini, soylarını ve mallarını kendilerine Rabb edinmiş bu
insanların yanında değildi aradığı anlam…O, anlamını bulmak için, Allah’a şahit
olabilmek için, tefekkür için kendisine bir Hira bulmuştu. Sıkışıp kalmış olan
kalbini ve aklını da alıp Nur dağının eteklerinden çıkıverdi nur yüzlü… Hira’sına
sığındı. Biliyordu ki Rabbi onu kimsenin bilemeyeceği bir mağarada olsa bile
bulur ve kalbini mutmain ederdi. Biliyordu çünkü Hira’sına Allah için
sığınıyordu. Zira Allah yoksa orada anlam da yoktur. Allah varsa mağara bile
anlam deryası... Hira’sı O’na ev oldu, en korunaklı sığınak oldu. Fıtratına
kavuştu. Çünkü doğup büyüdüğü sokaklar sılası değildi. Şimdi artık gittiği,
ayak bastığı her yere kendi Hira’sını da götürmeliydi. Gözü dönmüş, hırslı ve
öfkeli insanlara rağmen, artık yeryüzündeki her yere kendi evini, Hira’sını taşıyacaktı.
Şimdi gelelim hasletine
cüda düşmüş bizlere. Ruhumuzdaki anlamı sirkat eden ve bizi anlam boşluğu
uçurumuna sürükleyen her türlü cahiliye tortularını üzerimizden silkelemek
mecburiyetindeyiz. Cahiliye düşüncesi bir döneme ve bir kavme ait değildir.
Cahiliye düşüncesi, akıldan ve vahiyden yoksun kalan, nefsinin kölesi olmuş her
gebe topluluğun her an doğmakta olan ve doğum sancısının hiç bitmediği bir
çocuğudur. Toplum ve en başta toplumu oluşturan bireyler olarak kendimizi,
fıtratımızı bu gebelikten uzak tutmakla mesulüz. Kendimizi ait hissetmediğimiz
ortamdan, düşünceden veya ilkeden soyutlanıp, kendi Hira’mıza çekilmeli ve
orada bilincimizi eğitmeliyiz. Hira’sında tefekkürü elden bırakmadan kendini
yetiştiren ve yeni durumlara karşı hazırlayıp geliştiren bilinçler olmalıyız.
Hira’mızdan çıktıktan sonra artık biz de gerçeği, hakkı hiç korkmadan,
usanmadan, pes etmeden tebliğ edebiliriz. Kız çocuklarına en ideal damat olarak
‘toprağı’ seçen bir toplumda, kız çocuğunun ellerini ve yüzünü öperek devrimci
bir duruş sergileyen peygambere, belki o zaman layık bir ümmet olabiliriz. Taif’te
küçük çocuklara taşlattırılan peygamberimizin, o olaydan sonra pes etmemesinin
en önemli sebeplerinden biri de onun Hira’sını kendiyle beraber her yere
götürebilme bilincidir. Hira’sında kendisini yetiştiren her insan, ordan
ayrılırken de oraya bağlı kalacaktır. Öyleyse hepimizin kendimize ait bir
düşünce dünyası, tefekkür sığınağı, arayış ve anlam deryası olan bir Hiras’ı
olsun derim.
Hira’sını bulmuş ve ona
sığınmış olanlara, henüz Hira’sını bulamamış olup arayanlara ve de Hira’sından
ayrılıp yeryüzünün her bir karışına Hira’sını taşıyanlara selam olsun sayın
okur.