Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Bir hikâye gerek

Filistin-İsrail arasındaki çatışmalarda bariz bir şekilde göründüğü üzere genelde dünya özelde ise İslam dünyasının sorunları faş olmaktadır. Dünyada küresel aktörler başta olmak üzere “Batı” içerisinde yer alan ülkelerin sömürgeleştirme ve adalete dair problemleri bütün dünyayı olumsuz bir şekilde etkilemektedir.

Doğrusu İsrail’in bilhassa Filistin karşısında insani tüm gereklilikleri arkada bırakarak yaptığı cüretkar icraatlar, bir boyutuyla İsrail’in dünya ölçeğinde sahip olduğu maddi imkanlardan kaynaklanıyorsa, diğer boyutuyla Müslümanların zayıflığı sebebiyle meydana gelmektedir.

Aslında sistematik anlamda bugün “İslam Dünyası” şeklinde bir coğrafya, kültür ve medeniyetten bahsetmek mümkün değildir. Müslüman devletlere bütün olarak bakıldığında, yeraltı ve yerüstü zenginlikler ile coğrafya, kültür ve tarih olarak varolan mirası görmek zor olmayacaktır. Fakat bunların kendi içinde bütünlüklü bir güce evrilmeyişi en temel sorun olarak görünmektedir. Batı dünyası da doğrusu buradan cesaret alarak Müslüman coğrafyasını özellikle içinde yaşadığımız hayatta yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır. Çoğunlukla toplumsal bir mühendisliği içeren bu dönüş(tür)me, her şeyden önce bu coğrafyanın ayarını bozmaya odaklanmıştır.

Peki Müslümanlar bu sorunlar karşısında ne yapmalıdırlar? Bir kere sorunların farkındalığı ilk adım olacaktır. Elbette Müslümanlar yaşadıkları hayatın son derece sorunlu, ayarsız olduklarının bir şekilde farkındadırlar. Ancak bunun ötesinde çok boyutlu kuşatılmışlık ve cenderenin herkes farkında değildir. Hakikaten bilhassa Batı’nın sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel baskılarının işleyişindeki rafine durum, bütün boyutlarıyla farkedilebilmiş görünmemektedir. Burada özellikle Müslüman toplumlardaki aydınlara büyük roller düşmektedir.

Özellikle Müslüman toplumlarda sosyal bilimleri temel işlevi bir şekilde dünyadaki adaletsiz işleyişi faş etmek olacaktır. Cemil Meriç’in de belirttiği üzere ilk çıktığında sosyoloji “özgürlük bilimi” olarak etiketlenmişti. Doğrusu Müslüman toplumların çok boyutlu Batı tasallutundan kurtulmak üzere harekete geçmesi ilk adımlardan olması gerekir.

Fakat bunun gerçekleşebilmesi Müslümanların eğitimden tarıma kadar kaliteli bir çizgi tutturmasından geçmektedir. Modernleşme sürecimiz boyunca Batı modernitesinin peşinden koşarak günü kurtarma politikaları sona ermelidir. Meseleyi daha külli ve temelden ele almanın zarureti anlaşılmış olmalıdır.

Bunu önceleyen bir mesele ise kimlik sorunudur. Biz şimdi içinde yaşadığımız dünyada kim olarak eyleyeceğiz? Modernleşme sürecinde bugün gelinen nokta; eklektik kimliklerle durulan yeri kaybetmek oldu açıkçası. Bu, bir yandan hakikatin neliğine dair bir kaybı diğer yandan dışarıdaki başlangıç noktasının kayboluşunu imlemektedir. Dolayısıyla bu süreç aynı zamanda “kimlik” ve “duruş yeri”nin muğlaklaşması anlamına gelmektedir.

Tam da bu sebeple Müslüman toplumlardaki insanların temel referanslar ve beslenme kaynakları ile yeniden buluşturulmasına ihtiyaç vardır; yeni bir dil ve bakış açısıyla. Fakat bunu yaparken dünyadaki gelişmelerden ve bilimsel müktesebattan tamamen azade bir şekilde değil, tam tersine onları da değerlendirmiş olarak.

İkinci önemli adım ise yeni bir hikâye yazılması olacaktır. Şu anki mevcut duruma bakıldığında Müslümanlar hikâyelerini unutmuş ya da kaybetmiş durumdadırlar. İnsanın kendisini bir özne olarak konumlandırması, bir hikâyeye dahil olmasıyla mümkün olacaktır. Ancak Müslümanlar kendi hikâyelerini kaybettikleri oranda, başka hikâyelerin içinde yer bulmaya çalışmaktadırlar.

Dikkat edilirse, Müslümanlar artık kendi anlattıklarına inanmıyorlar ve kendileri ile bir yola devam edilemeyeceğini açık ve örtük biçimde söylüyorlar. Daha da ötede gerçeklikten ciddi olarak kopmuş durumdalar.