Bir hikâye gerek
Filistin-İsrail arasındaki çatışmalarda bariz bir şekilde göründüğü üzere genelde dünya özelde ise İslam dünyasının sorunları faş olmaktadır. Dünyada küresel aktörler başta olmak üzere “Batı” içerisinde yer alan ülkelerin sömürgeleştirme ve adalete dair problemleri bütün dünyayı olumsuz bir şekilde etkilemektedir.
Doğrusu İsrail’in bilhassa Filistin
karşısında insani tüm gereklilikleri arkada bırakarak yaptığı cüretkar
icraatlar, bir boyutuyla İsrail’in dünya ölçeğinde sahip olduğu maddi
imkanlardan kaynaklanıyorsa, diğer boyutuyla Müslümanların zayıflığı sebebiyle
meydana gelmektedir.
Aslında sistematik anlamda bugün “İslam
Dünyası” şeklinde bir coğrafya, kültür ve medeniyetten bahsetmek mümkün
değildir. Müslüman devletlere bütün olarak bakıldığında, yeraltı ve yerüstü
zenginlikler ile coğrafya, kültür ve tarih olarak varolan mirası görmek zor
olmayacaktır. Fakat bunların kendi içinde bütünlüklü bir güce evrilmeyişi en
temel sorun olarak görünmektedir. Batı dünyası da doğrusu buradan cesaret
alarak Müslüman coğrafyasını özellikle içinde yaşadığımız hayatta yeniden
şekillendirmeye çalışmaktadır. Çoğunlukla toplumsal bir mühendisliği içeren bu
dönüş(tür)me, her şeyden önce bu coğrafyanın ayarını bozmaya odaklanmıştır.
Peki Müslümanlar bu sorunlar
karşısında ne yapmalıdırlar? Bir kere sorunların farkındalığı ilk adım
olacaktır. Elbette Müslümanlar yaşadıkları hayatın son derece sorunlu, ayarsız
olduklarının bir şekilde farkındadırlar. Ancak bunun ötesinde çok boyutlu
kuşatılmışlık ve cenderenin herkes farkında değildir. Hakikaten bilhassa
Batı’nın sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel baskılarının işleyişindeki
rafine durum, bütün boyutlarıyla farkedilebilmiş görünmemektedir. Burada
özellikle Müslüman toplumlardaki aydınlara büyük roller düşmektedir.
Özellikle Müslüman toplumlarda
sosyal bilimleri temel işlevi bir şekilde dünyadaki adaletsiz işleyişi faş
etmek olacaktır. Cemil Meriç’in de belirttiği üzere ilk çıktığında sosyoloji
“özgürlük bilimi” olarak etiketlenmişti. Doğrusu Müslüman toplumların çok
boyutlu Batı tasallutundan kurtulmak üzere harekete geçmesi ilk adımlardan
olması gerekir.
Fakat bunun gerçekleşebilmesi Müslümanların eğitimden tarıma kadar kaliteli bir çizgi tutturmasından
geçmektedir. Modernleşme sürecimiz boyunca Batı modernitesinin peşinden koşarak
günü kurtarma politikaları sona ermelidir. Meseleyi daha külli ve temelden ele
almanın zarureti anlaşılmış olmalıdır.
Bunu önceleyen bir mesele ise kimlik
sorunudur. Biz şimdi içinde yaşadığımız dünyada kim olarak eyleyeceğiz?
Modernleşme sürecinde bugün gelinen nokta; eklektik kimliklerle durulan yeri
kaybetmek oldu açıkçası. Bu, bir yandan hakikatin neliğine dair bir kaybı diğer
yandan dışarıdaki başlangıç noktasının kayboluşunu imlemektedir. Dolayısıyla bu
süreç aynı zamanda “kimlik” ve “duruş yeri”nin muğlaklaşması anlamına
gelmektedir.
Tam da bu sebeple Müslüman toplumlardaki insanların temel referanslar ve beslenme kaynakları ile yeniden
buluşturulmasına ihtiyaç vardır; yeni bir dil ve bakış açısıyla. Fakat bunu
yaparken dünyadaki gelişmelerden ve bilimsel müktesebattan tamamen azade bir
şekilde değil, tam tersine onları da değerlendirmiş olarak.
İkinci önemli adım ise yeni bir hikâye
yazılması olacaktır. Şu anki mevcut duruma bakıldığında Müslümanlar hikâyelerini
unutmuş ya da kaybetmiş durumdadırlar. İnsanın kendisini bir özne olarak
konumlandırması, bir hikâyeye dahil olmasıyla mümkün olacaktır. Ancak Müslümanlar kendi hikâyelerini kaybettikleri oranda, başka hikâyelerin içinde
yer bulmaya çalışmaktadırlar.
Dikkat edilirse, Müslümanlar artık
kendi anlattıklarına inanmıyorlar ve kendileri ile bir yola devam
edilemeyeceğini açık ve örtük biçimde söylüyorlar. Daha da ötede gerçeklikten
ciddi olarak kopmuş durumdalar.