Bir Felsefesi olma(ma)k
“Felsefe” kavramının geniş toplumsal düzlemde biraz da negatif niteliklerle ve imajlarla belirdiğinin farkındayım. Bu sebeple “bir felsefemiz olmalı” ifadesini kullanınca muhatabın yüzünde meydana gelen belirsizlik ve kavrama yönelik oluşan mimiksel mesafe fark edilmeyecek gibi değil.
Fakat
“felsefe” deyince en azından yazılı olarak bugüne kadar gelmiş Yunan
felsefesinden çağımızdaki filozoflar ve onların müktesebatlarına dair
kayıtları, teorileri ve içerikleri ilk başta dışarıda tutarak konuşuyoruz.
Dolayısıyla burada dikkat çekmek istediğimiz şey; öncelikle insanın Tanrı,
diğer insanlar, kendisi ve eşya ile kurduğu ilişkinin mahiyeti üzerinedir.
Elbette bu nokta, felsefe tarihinde varolan filozof ve onlara dair teori ve
müktesebattan bağımsız değildir.
Böyle
bir konuyu sorunsal yapmamın asıl sebebi ise, Müslüman toplumların bagajlarında
ciddi teorik potansiyel imkanlar olmasına rağmen, Tanrı, insan ve eşya ile
ilişkilere dair sağlıklı bir felsefeyi henüz inşa edememeleri sebebiyledir.
Öyle ki sistematikten yoksun, tamamen rastgele, bugünden yarına değişebilen ve
bu bağlamda öngörülebilirliği oldukça zayıf bir ilişkiler ağı mevcuttur.
Bu
durum Ortadoğu coğrafyası başta olmak üzere Müslüman toplumlarda hafıza
yaratmadığı gibi mevcut hafızayı da dumura uğratmakta, Tanrı, insan ve eşya ile
hergün değişebilen ve ilkeleri olmayan ilişkileri sonuçlamakta; hasılı insan da
dünya da karmaşık hale gelmektedir. Her işte gözlemlenen bu acelecilik,
felsefesi kurulmayan iş hüviyetinde olduğunda, bütün alanlarda ortaya çıkan
sonuçlardan belli olmaktadır. Bu durum gerçekte Müslümanları da sürekli bir
“gelip geçicilik” duygusu içinde tutmaya devam etmektedir.
Tecrübe
ve şahitlik ettiğim 1980’li yıllarda müslümanların sürekli iddialı cümleleri
ile karşılaşmaktaydım. Bir başka deyişle, yapılan hiçbir işi beğenmeyen ancak
kendilerine fırsat verilirse bütün problemleri halledeceğini öne süren İslami
içerikli iddialardı bunlar. Fakat bugün gelinen noktada, her alandaki toplumsal
tezahürleri incelediğimizde bu felsefenin noksanlığını görmemek mümkün değil.
İnsanın
ya da daha özel olarak müslümanın Tanrı ile kurduğu ilişkinin mahiyeti çok
başat bir belirleyicilik taşır. Çünkü dikey mahiyetteki bu ilişki yatay
düzlemde insanın kendisi, insan-insan ve insan-çevre (tabiat) ile ilişkisinin
içeriklerini de belirlemektedir. Dolayısıyla insanın ya da özelde müslümanların
evrende ürettiklerine bakarak, bu ilişkinin mahiyeti ve aslında Tanrı ile
ilişkinin içerikleri çözümlenebilir. Böyle bir mentaliteden hareket
edildiğinde, ciddi sorunlu durumların varlığı dikkatlerden kaçmaz.
Fakat
esas olarak “bundan sonra ne yapılmalı?” sorusuna verilecek cevaplar etrafında
adımların belirlenmesi bir zorunluluk olarak görünmektedir. Burada kanaatimizce
atılması gereken ilk adım, işte bu felsefeyi kurmak olacaktır. Aslında bu
felsefeyi kurmak, hangi paradigmadan hareket edileceği, nasıl bir stratejinin
izleneceği konusunda bir yol haritası belirlemek demektir öncelikle.
Bu
felsefenin yokluğu, müslümanların toprak, tabiat, insan ile ilişkilerinde son
derece başarısız olmaları sonucunu getirmiştir. Çok geniş anlamda şikayet
edilenlerin temel sebebi işte bu noktalara dayanmaktadır. Fakat işin tuhaf
tarafı, bu problemleri köklü bir şekilde düşünerek halletmek yerine kolaya
kaçılarak pragmatizm batağına saplanılmaktadır.
Elbette
meselenin teorik boyutu kadar pratiği de önemlidir. Hatta teorinin çalışıp
çalışmadığı pratiklerle ölçülür. Fakat teorinin kaybedildiği yerde, pratikler
için merkezi de kaybetmişsiniz demektir. İşte o zaman pragmatizm gelip merkeze
oturur.