Bir dosta sığınmak.
Depremin üzerinden bir aydan daha uzun bir süre geçti. Derimiz gerilmeye, yaralarımız kabuk bağlamaya başladı. Çektiğimiz acının, içimizden hemen çıkmayacak kadar vefalı, yaşadığımız mutlulukların ise bizi hayırsızlıkla itham edecek kadar celal ve efkâr sahibi olduğunu görüyoruz. Buna rağmen, insan olarak her neye düçar olursak olalım, önceki yazılarımızda belirttiğimiz üzere; “Neyse ki hayat, her şeye rağmen devam edecek şekilde yaratılmış.” diyerek bir kolaylığın sıcaklığına sığınıveriyoruz.
Dünya, müdahale edemediklerimizle
mücadele etmeyi bırakıp onlarla zorunlu bir dostluk kurmamız gerektiğini kulağımıza
fısıldayalı çok olmadı. Bu nedenle deprem hususunda, Efendimiz (SAV); "Ya
öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşincisi
olma; (bunların dışında kalırsan) helâk olursun." Hadis-i Şerif’inden hareketle önce konunun
uzmanı ilim adamlarına kulak verip tedbirler almak ve sonra kader dairesinde
olayları yorumlamak, insan için ‘en makul yol’ gibi görünüyor.
Makul
olanın çok taraftarı olmasının insanı rahatlatan yanı şöyle dursun, biz depremle
ilgili kelimeleri aklımızdan çıkarmadan, bugünlerde en çok ihtiyacımız olanla; ‘dostlukla’
ilgili bazı cümleler kurmak niyetindeyiz.
***
Bir işin doğruluğu, o
işin temelinin sağlamlığıyla doğru orantılıdır. Sonradan yapılan hiçbir
müdahale, ilk anda yapılması gerekenlerin yerini asla tutmaz. Tıpkı binalarda sonradan
yapılan güçlendirmelerin hiç birinin, doğru ve sağlam bir şekilde yapılmış bir bina
kadar sağlam olamayacağı gibi... Onun için ki dostluklar, daha ilk anında sağlam
temeller üzerine inşa edilmeli. Çıkar amaçlı, gizli defteri olan, malzemeden
çalınarak ucuza mal edilmiş, sadece iyi gün için ya da seyyar bir merdiven ihtiyacını
gidermek için dostluk kurulmamalı. Dostluk, menzili ahiret kardeşliği olan, meşakkatli
fakat sevincinden de hüznünden de bal süzülebilen bir yolculuk olarak görülmeli.
Dostluğa atfedilen bu kutsiyet,
evlerimizi bile isteye fay hattı üzerine inşa etmediğimiz gibi dostluğumuzu da
fay hatları üzerinde inşa etmememiz gerektiğine işaret ediyor. O zaman dostluğumuzu
ayakta tutan kolon ve kirişlere ömrümüz boyunca zarar vermemeli, zaman zaman yaşanması
muhtemel sarsıntılarda dosta sığınarak ve dostu sığınak bilerek dostluğumuzu daha
da güçlendirmeliyiz.
Bununla beraber bir ev
satın alırken en çok dışına önem veriyor, ‘güzel binada oturuyor’ desinler diye
bu mimaride inşa edilmiş binalara meylediyorsak ve içtimai ilişkilerimiz bu temayülümüzün
çevresinde şekilleniyorsa etrafımızdaki dostları yeniden gözden geçirmek, değerlendirmek
durumundayız. Çünkü ev, yalnızca betonerme bir yapının iki harfli bir adı değil;
nerede olduğu, nasıl yapıldığı fark etmeksizin içine huzur’un sığabildiği mekânın
adıdır. Bu manada dostluk da evden farklı değildir; çünkü huzurlu bir ruh
halinin sığabileceği büyüklükte bir mekâna ev sahipliği yapar.
Bu nedenle “sadece
şehirler değil, gönüller de inşa etmeliyiz”. İşte bu noktada müteahhitlere
ihtiyaç duyuyoruz. Müteahhit, işi ya da projeyi belirli yöntemlerle yapmayı
taahhüt eden, kendisinden talep edilen işi yüklenici olarak yapan, anlamlarına
gelir. Müteahhitten ne talep edildiği, talep edilen işi yapacak kişi olması nedeniyle
oldukça önemlidir. Dostluk ve gönül inşa etmek de bir nevi müteahhitlik işidir
ve müteahhidi olmaya talip olduğumuz dostluklar, inşa edilme biçimleri
bakımından oldukça ehemmiyetlidir. Hülasa bize düşen, bu ehemmiyetin
gereklerini yerine getirmek; Bezm-i Elest’te verilmiş sözle başlayan ve ahiret
kardeşliğine kadar uzanan kadim dostluğun dürüst birer müteahhidi olabilmektir.