Bir aynanın gölgesinde; Özdeşleşme
Hayatı zekâ ile açıklamak hayatın manasını aşırı derecede daraltmaktır; hiç olmazsa bizim kendimizde bulduğumuz zekâ, tekâmülün geçtiği yol üzerinde teşekkül etmiş, daha geniş bir hayattan ayrılmış bir parça, daha doğrusu yükseklik ve derinliği olan bir realitenin bizzarure sathi bir yankısından başka bir şey değildir. Hakiki bir finalizm daha tazammunlu olan bu realiteyi yeniden kurmak, daha doğrusu eğer mümkünse basit bir keşifte kavramaktır. (Henri Bergson, Yaratıcı Tekâmül, s. 120)
Tekâmül yolculuğu insanın hakikati zekâsı kadar içgüdüsü ile
kavramasını zorunlu kılan bir tavra ve sürece talip. Kişi, ânın yaprakları
arasına sıkışan ve kendini hissettirmeyen dönüşümünü de ancak içgüdüsel olarak
algılayabiliyor. Oradaki uyarıcı sesin ağzı insan eliyle kapatılsa yahut sesle,
sözü işitmesi beklenen arasına bir duvar örülse de hissiyat vazifesini yapmaya
devam ediyor. Buna hissiyatını duyup besleyebilenin, ona iyi davrananın
kazandığı bir arena diyelim… Sezgilerimiz bize ne fısıldıyor? Gitmek
istediğimiz yer, yanında bulunmanın güzellik getireceği insanların mekânı mı?
Ya oradan kazanacaklarımız, kaybettiklerimizi karşılayabilecek bir niteliğe sahip
değilse? Ya aklın yükselişi kalbi kurutup köreltecekse? Basiret bilmeyen ve
bilmediğini ikrar eden insana Allah’ın lütfu… Terakki ya da bozulma bir
fıtrata, bir gayrete, bir iştiyaka, bir gaflete, bir yanlışa bağlanabilecek bir
şey değil üstelik. Etkisi varsa da bütüne bakıldığında cüzi iradenin hükmünün
küçük bir parça mesabesinde olduğunu algılamak mümkün.
Bakıp gördüğümüz her şey Rahman’ın “Musavvir” isminden bir
hisse almış. Aynileşme yasası üzerine bina edilen kâinat nasıl insanla
şekilleniyorsa insan da ünsiyet kurduğu ve yakınlık duyduğuna benziyor. Zahirde
cansız görünen nesneler de bu yasadan nasibini alıyor. “Eşyanın hakikati”
denilen sır, işaret edilen zincirin bir halkası olsa gerek. Yani etkileşim.
Yani tahavvül. Yani özün dışa tabi kılınması, biat etmesi…
Ne güzel söylüyor Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan’da; “manevî
hayatımızda bizim pek de haberimiz olmadan, birtakım hadiseler cereyan ediyor.
Bu doğru… İnsan ruhları arasında, şuurun pek de karışmadığı bazı münasebetler
var. Bu da doğru… (…) Fakat bunları arzularımızın hizmetkârı olarak kullanmaya
kalkmak, tam hâkimi olmadığımız şeyleri hilelerimize alet etmeye çalışmak…
Onların mahiyeti hakkında en küçük bir fikrimiz olmadığına delil değil midir?
(s. 105)”
Anne babasından gördüğünü hayata geçiren çocuk, yaşamın
bilinçaltına kodlanmasıyla uykuya nüfuz eden rüya, yolun şemailine göre yol
alan yolcu, göğün rengini taşıyan deniz, kuyuya, dağa, mağaraya göre biçimlenen
ses, zamanın ritmine direnemeyen ve suret değiştiren mekânlar, kalbin ıstırabıyla
gelen baş ağrısı hep ve daima benzeşmenin dünyaya yansıyan tecellileri… Öyle
ise “kime ve neye” sorularını içine alması gereken yakınlık bir dikkat
gerektirmeli değil mi?
Bardağa dökülen bir suyun bardağın şeklini alması gibi,
insan da içine bilinçle ya da istemsizce dökülenlerin tavrını kaydediyor gönül
hafızasına. Dünyaya gelen bir canlı nasıl çevresinden gördüğünü modelliyorsa,
hangi yaşta olursa olsun tabiata benzeyen insan da dışardan gelenleri
özümsüyor.
Musiki, edebiyat, mimari hülasa sanatın şubeleri insanın
ruhuna şekil vermek, onu imbikten geçirmek için var; üzerindeki lekeden arınmak
için temizlenen bir örtü gibi, şekil almak için ateşe rükû eden maden gibi, öğrenmek
için zorlanan dimağ gibi, bir anlık seyir için dakikalarca yokuş çıkan ayaklar
gibi… Hep ruhu disipline sokmak, ona estetik kazandırmak için bu cefa. Öyle ise
“kime”, “neye”, nasıl” soruları ruhumuz için hayat kadar önemli.
İnsan bazen muhatabını değiştirip dönüştürecek bir gücün
sahibi oluyor ama çoğunlukla benziyor. İnsan bu yolu hep benzeyerek adımlıyor. Bu
benzeşme insanın insan üzerindeki tesiri ile sınırlı kalmıyor. Yazıda
bıraktığımız kelimeler bile ardımızdan geliyor çoğu zaman. Gecemiz,
aydınlığımız, hâlimiz, alışkanlığımız da onlar oluyor. Herkesle ve her şeyle özdeşleşebilen insan en
çok kelimelerine benziyor.
Selam ile