Bir Avuç Kar
Bir
rüya. Kısa. Geçici. Bir varmış bir yokmuş… Dünya rüya; hayat bir nefeslik
zaman. Kapadık gözümüzü, bir daha
açamadık. Dilimiz sustu, içimiz yandı, gözyaşımız kurudu. Sabahı, güneşi beklerken yer sarsıldı ve
geceler kat kat düştü göğsümüze. Göğsümüzde dağlarca ağırlık ve acı.
Bir
nefes, bir ışık, bir ses, bir el, bir
göz, bir sıcak dokunuş, bir ses… Yok mu, yok mu uzanacak bir el? Bir dünyanın
yükü tam da kalbimizde, kalbimizin atışı zayıflıyor, azalıyor oksijen ve ışık
çekildikçe çekiliyor. Karışıyor gece ile gündüz.
Dışarıda
kar ve soğuk yüzümüzü kesiyor. İçimiz yangın yeri. Aynı anda hem üşümek hem de
yanmak bu mu? Bir taraftan ağlarken bir
taraftan kurtulan bir can ile sevinç çığlıkları atmak… Bir cana can olmak, bir
canın elini tutmak, kalbine dokunmak, gözyaşını silmek, nefesini duymakmış en
büyük servet ve mutluluk. Şimdi harabe, şimdi toz toprak ve virane oldu servet
sanılan yüklerimiz ve anlamsız kalabalıklar. Üstümüzde ağırlaştıkça ağırlaşan
dünya ve gittikçe uzaklaşan hayaller bölüyor rüyayı. Kesiliyor irtibat, gelmiyor, doğmuyor güneş. Üşüyoruz…
Dünya
çokça meşakkat ve yükmüş meğer. Yuva sandığımız beton yığınları meğer bizi
bekleyen tuzakmış. Ne zaman ve nasıl düşeceğimizi bilemediğimiz bir tuzak oldu
dünya. Meğer dünya derin uykuymuş,
uyanmaya çabaladığımız bu soğuk karanlıkta. Şimdi uyananlar cennette, cennet
sılamız oldu bu soğuk gurbette.
Feryatları
yüreğimize saplanan canlar… İçimizde kor olup yanan canlar… Bir daha görememek,
bir daha bakışamamak, bir daha koklayıp kucaklaşamamak… Ah, bu felaket,
ciğerimizi söken ve bizi nefessiz düşüren amansız felaket! Dağları yerinden oynatan, denizleri kabartan
ve ne var ne yok dümdüz eden büyük acı! Git artık gönül hanemizden, bırak bizi
temiz rüyalarımızın çiçekli bahçelerinde.
Cennet
yüzlü bebeklerin ve nice masumların moraran ellerinde kar taneleri… Ey kar,
böyle mi gelecektin, böyle siyah mı yağacaktın? Ey kar, biz seni aydınlık
günlerde, bembeyaz günlerde bahçelerde
bekliyorduk. Seni, gökyüzünün engin maviliğinde tane tane ve sakin sakin
yağarken bekliyorduk. Avuçlarımızı açıp seni sımsıcak ellerimizle tutacaktık,
seni evlerimizin pencere önlerinde bekliyorduk. Gelişinle sokaklar şenlenirdi,
çocuklarda tatlı sevinçler ve mahalleyi ayağa kaldıran kardan adam olurdu.
Seni, atkılarımızla berelerimizle saracaktık. Ey kardan adam, sen de mi kara
günde gelecektin, sen de mi mahzun kaldın? Mahsuruz şimdi seni beklediğimiz
tenha ve soğuk betonlar altında. Şimdi açılan avuçlar kaskatı, soğuk, cansız ve
mecalsiz. Seni bekleyen çocuklar yok, seni bekleyen atkılar ve bereler
paramparça, bedenlerimiz sessiz. Şimdi
yürekler paramparça. Ey kardan adam, bu yılı saymayalım, bu yılı anmayalım.
Seni bekleyenler şimdi cennette. Zeynep ve Mustafa Faruk, minik kalpleriyle
seni bekliyorlar cennette.
Sahi,
niye gelmiştik bu dünyaya, neden bu dünya uykusu? Şimdi dünya uykusundan uyanıp
gerçek hayatına kavuşan Zeynep ve Mustafa Faruk kardeşler ve nicesi, nicesi
cennette uyandılar. Ey kar, ormanların
soğuk ve tenha koynunda bembeyaz yüzün olurdu. Dün seni ilk defa Şehitler
köyünün kıvrım kıvrım uzayan yollarında simsiyah yüzünle gördüm. Evet, ilk kez
yüzün siyahtı ve düştüğün her bir ağacın dalından hüzün sarkıyordu. Evlerin
çatılarından sarkan buzları güneş değil,
içimizdeki ateş eritiyordu. Hüzünler sarıyordu kalbimizi ama biz toprağa
dört tertemiz kalp bıraktık. Ey kar, gurbetten sılasına dönen Erol’un ve
sevgili eşi Rüya’sının; çocukları Mustafa Faruk ve Zeynep’in üstüne mi
düşeceksin? Ey kar, onların sevinciydin; bembeyaz yüzüne dokunacaklardı. Şimdi
yüreklerine mi yağacaksın?
Ve
Ahmet Muhip Dıranas’ın sesinin Erol’un sesi olacağını nereden bilebilirdik,
nereden…
“Ne sabahtır bu mavilik ne akşam!/Uyandırmayın
beni, uyanamam./Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına/Yağsın
kar üstümüze buram buram…”
Birlikte öğrendik ve gördük dünya
yükmüş. Yükümüz üstümüzde kaldı, yüreklerimiz kar altında. Şehirler enkaz,
şehirler tarumar, soğuk ve boş. Dünya boş… Son şiirimde seslenmiştim: “Demiri yumuşatan sözlerim, kalbini
yumuşatamadı/Dağları sarsan bir zelzelenin üssünde ne inşa edilir ki/İki dağ
arasında enkazdır ruhum, içimde dağlar çöküyor,/Her susuş, etimi kemiğinden
söküyor”
Nazım
yine bizi anlatıyor, okur musun şu ince dizeleri? “Üflenen bir mum gibi söndü/koskocaman ışıklar…/Ve şehir/kör bir insan
gibi kaldı/altında yağan karın./Lambayı yakma, bırak!/Kalbe bir bıçak gibi
giren hatıraların/dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor/ve ben hatırlıyorum”
Ey
kar, ruhları göklere yükselen nice
canımız şimdi seninle. Ne olur üşütme onları! Mustafa Faruk ve Zeynep’in boş
kalan avuçlarını doldur. Doldur ki dünyanın bir avuç kar olduğunu ve onun da
bir gün eriyeceğini bilelim. Bilelim ki güzel günler kalsın geriye.