Dolar (USD)
35.19
Euro (EUR)
36.83
Gram Altın
2969.25
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
14 Eylül 2020

"Bilmeyen Ne Bilsin Bizi"

Zaman, emin kılındıklarımızla derin mesafeler koydu aramıza, başta insan olmak üzere hiçbir şeye yaslanmamayı öğretti bize. Bu mesafe sadece inandıklarımızla değil, kelimeyle, kavramla, kâinatla da girdi içimize. Sevmek, inanmaktan önce şüphe etmekti, sevilmenin yolu şüpheden geçmekti. Yaşanan her hadise endişeyi besleyip destekledi. Böylece sustuk. Dayanıp güç aldıklarımızı savunmayı bile uzun kollarına bıraktık çağın. Biz sustukça hakkında bilgi sahibi olsun-olmasın daima bir görüşün/sesin/tarafın yanında olmayı meziyet addedenlerimiz de, kontrolsüz bir silah gibi kullanmaya başladığı sosyal medya ile büyüttü sadrımızdaki yarayı.

Mehmet Kaplan 1975’te kaleme aldığı “Düşünce ve Kalabalık” adlı yazısında, “Tanrı, dünyada en kutsal varlık olan düşünceyi, kalabalıklara değil ferde bırakmıştır.” diyor. Kalabalık meydanlarda on binlerce insanın yüksek sesle bazı lafları tekrarlamasının, hakikat bakımından hiçbir değer ifade etmeyeceğini söyleyerek kalabalığın daima yanılabileceğinin altını çiziyor, ekliyor; “zira kabalık düşünmez.”

Savaş meydanına koşan birer uğultu gibi kalplerimize hücum eden, sükûtu kabul ve yenilgi telakki eden bir kalabalık var. Bu ezberci silsile, her dönemde olduğu gibi son zamanlarda da birkaç cahilin yanlışı ile topraklarımızı besleyen kadim tasavvuf geleneğinin reddedilmesi gerektiğini telkin ediyor, dahası birkaç çirkin vakıadan cesaret alarak çevresindekilere tahakküm uyguluyor. İçlerinde dinden duyduğu rahatsızlığı bildiklerimiz kadar, dindar ve milliyetçi gördüğümüz kimseler de var. İşin en büyük trajedisi bir kısmı kültür ve sanat adamı olan bu kimselerin sanatlarında kadim tasavvuf kültüründen feyz almaları, istifade etmeleri. Ya bu insanlar bu ülkede kültür ve sanatla birlikte edebiyatın beslendiği kaynakların farkında değiller yahut içlerinde olmadıklarına inandıkları fakat aslında merkezinde durdukları bir şeyin hiç değilse karşısında olmaktan güç devşirmeyi umut etmekteler.

Red ve inkârla bir tarih, medeniyet, hakikat veya bütün bunların parçası olan bir müessese yok sayılamaz. Derya mürekkep damlasıyla karalanamaz. O deryayı kurutmak için insanların zihin ve gönül dünyalarından binlerce mısraı, besteyi, ilhamı, aşkı, vecdi silmeniz lazım gelir. “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası?” mısraının nuru güneş olup bu topraklar üzerine doğmuşken, tarihin içinde tüm canlılığıyla duran aşk pervâneleri kadar onların yolundan giden hakikat erlerini yaksanız ne gam? Bu devran aşk mirasını yorgun omuzlarında taşıyan dervişlerin başının yere düşürüldüğüne şahitlik etmişse de, töresinin ayaklar altında çiğnendiğini görmedi. Çünkü birinin omuzlarından alınan o emanet binlercesinin başları üzerinde taşınmaya devam etti.

Tasavvuf bir terbiye biçimidir ve birkaç sapkının yanlışından murat umanlarca miadının dolduğu düşünülse de bu toprakların ruhu olarak kalmaya devam edecektir. O ruhun mayası da Hoca Ahmet Yesevîler, Yunus Emreler, Mevlanalar, Niyazi-i Mısrîler, Erzurumlu İbrahim Hakkılar, Hacı Bayram-ı Veliler ile karılmıştır. Nasıl ki dini bir araç olarak kullananların yanlış maksat ve tutumları yüzünden din, bu kimselerin tekeline sokulamaz ve insanlardan kaynaklanan yanlışlar yüzünden tükenmiş sayılamazsa, irşada ehil kimseler ve onlara gönül verenler de birkaç yanlış tutum yüzünden incitilip yargılanamaz.

Dünya döndükçe Allah dostları var olacaktır; onların ocağında pişen, terbiyesine giren, derdinden hisse alan ve bu dergâhın bir parçası olmakla teselli bulan nice ilim ve aşk ehli de bu yolda yetişecektir.

Selam ile