"Bilmeyen Ne Bilsin Bizi"
Zaman, emin kılındıklarımızla derin mesafeler koydu aramıza,
başta insan olmak üzere hiçbir şeye yaslanmamayı öğretti bize. Bu mesafe sadece
inandıklarımızla değil, kelimeyle, kavramla, kâinatla da girdi içimize. Sevmek,
inanmaktan önce şüphe etmekti, sevilmenin yolu şüpheden geçmekti. Yaşanan her hadise endişeyi besleyip
destekledi. Böylece sustuk. Dayanıp güç aldıklarımızı savunmayı bile uzun
kollarına bıraktık çağın. Biz sustukça hakkında bilgi sahibi olsun-olmasın
daima bir görüşün/sesin/tarafın yanında olmayı meziyet addedenlerimiz de,
kontrolsüz bir silah gibi kullanmaya başladığı sosyal medya ile büyüttü
sadrımızdaki yarayı.
Mehmet Kaplan 1975’te kaleme aldığı “Düşünce ve Kalabalık”
adlı yazısında, “Tanrı, dünyada en kutsal varlık olan düşünceyi, kalabalıklara
değil ferde bırakmıştır.” diyor. Kalabalık meydanlarda on binlerce insanın
yüksek sesle bazı lafları tekrarlamasının, hakikat bakımından hiçbir değer ifade
etmeyeceğini söyleyerek kalabalığın daima yanılabileceğinin altını çiziyor,
ekliyor; “zira kabalık düşünmez.”
Savaş meydanına koşan birer uğultu gibi kalplerimize hücum
eden, sükûtu kabul ve yenilgi telakki eden bir kalabalık var. Bu ezberci
silsile, her dönemde olduğu gibi son zamanlarda da birkaç cahilin yanlışı ile
topraklarımızı besleyen kadim tasavvuf geleneğinin reddedilmesi gerektiğini
telkin ediyor, dahası birkaç çirkin vakıadan cesaret alarak çevresindekilere
tahakküm uyguluyor. İçlerinde dinden duyduğu rahatsızlığı bildiklerimiz kadar,
dindar ve milliyetçi gördüğümüz kimseler de var. İşin en büyük trajedisi bir
kısmı kültür ve sanat adamı olan bu kimselerin sanatlarında kadim tasavvuf
kültüründen feyz almaları, istifade etmeleri. Ya bu insanlar bu ülkede kültür
ve sanatla birlikte edebiyatın beslendiği kaynakların farkında değiller yahut
içlerinde olmadıklarına inandıkları fakat aslında merkezinde durdukları bir
şeyin hiç değilse karşısında olmaktan güç devşirmeyi umut etmekteler.
Red ve inkârla bir tarih, medeniyet, hakikat veya bütün
bunların parçası olan bir müessese yok sayılamaz. Derya mürekkep damlasıyla
karalanamaz. O deryayı kurutmak için insanların zihin ve gönül dünyalarından
binlerce mısraı, besteyi, ilhamı, aşkı, vecdi silmeniz lazım gelir. “Her dem
yeniden doğarız, bizden kim usanası?” mısraının nuru güneş olup bu topraklar
üzerine doğmuşken, tarihin içinde tüm canlılığıyla duran aşk pervâneleri kadar
onların yolundan giden hakikat erlerini yaksanız ne gam? Bu devran aşk mirasını
yorgun omuzlarında taşıyan dervişlerin başının yere düşürüldüğüne şahitlik
etmişse de, töresinin ayaklar altında çiğnendiğini görmedi. Çünkü birinin
omuzlarından alınan o emanet binlercesinin başları üzerinde taşınmaya devam
etti.
Tasavvuf bir terbiye
biçimidir ve birkaç sapkının yanlışından murat umanlarca miadının dolduğu
düşünülse de bu toprakların ruhu olarak kalmaya devam edecektir. O ruhun mayası
da Hoca Ahmet Yesevîler, Yunus Emreler, Mevlanalar, Niyazi-i Mısrîler,
Erzurumlu İbrahim Hakkılar, Hacı Bayram-ı Veliler ile karılmıştır. Nasıl ki
dini bir araç olarak kullananların yanlış maksat ve tutumları yüzünden din, bu
kimselerin tekeline sokulamaz ve insanlardan kaynaklanan yanlışlar yüzünden
tükenmiş sayılamazsa, irşada ehil kimseler ve onlara gönül verenler de birkaç
yanlış tutum yüzünden incitilip yargılanamaz.
Dünya döndükçe Allah dostları var olacaktır; onların
ocağında pişen, terbiyesine giren, derdinden hisse alan ve bu dergâhın bir
parçası olmakla teselli bulan nice ilim ve aşk ehli de bu yolda yetişecektir.
Selam ile