Bilmenin ince hâli
“Dil söyler kulak dinler
Kalp söyler kâinat dinler.”
(Yunus Emre)
Rahmeti veya gazabı tabiat ve insan bedeni üzerinden okumaya çalıştığımız, verilen kayıplara matematiksel veriler üzerinden bakıldığını gözlemlediğimiz, yalnızlığın ruhu besleyecek bir içerik taşıdığının farkına vardığımız, insan iradesi dışında gelişen hadiselerde hikmet arayışına girdiğimiz ve bilmenin “sadece zahiri seyretmek değil, bir sırrı çözmek” olduğunu anladığımız bir yıldan geçtik. İçerdiği hadiselerle birlikte geride kaldığını söyleyebilme arzusu taşıdığımız seneye kalben “geçmiş” diyememek bizi takatsiz düşürse de, yeni düşünce odaları açıyor evrenimizde. Takip ettiğimiz levhalar farklı eşiklerden geçiriyor.
Bilgiye kolaylıkla ulaştığımız bir zaman dilimindeyiz. Bir sipariş uzağımızda duran kitaplar, besleyici kanal ve yayınlar, paylaşıma açılan dergi ve makaleler, seminerler, konferanslar, toplantılar bu akışın talihini içinde duyan ve her gün yeni bir “bilgi” ye sahip olan insan için zenginlik, çeşitlilik… Herkesin her şeyi öğrenebildiği ve edinimini mutlak zafer ilan ettiği bu zemin, ilmin de imtihana dönüştüğü bir zaman üzerinden şekilleniyor. Denilecek ki bilmek, bir uzağın vaktine ermek nasıl bir sınava haiz kılabilir insanı? Ruhun bedeni terk eylemesi misali, eritilerek, şeklini yitirmiş bir kalıba dökülen ve oraya hapsedilen güzellik insan eliyle mi üzülür?
Çok bilmek adına haddini bilmenin sınırından çıkıldığında… Maddeyi tanıma karşılığında manadan uzaklaşıldığında… Bilginin ağırlığı taşınamadığında ya da özümsenemeyen/hazmedilemeyen bir hakikat kişide eğreti elbise gibi durduğunda… Alıntılanan alımlanamadığında, alımlanan hâle yansıtılamadığında… “Kitap yüklü merkepler (Cuma-5) ” ayetinin taşıdığı evrensel mesaj hatırlanamaz olduğunda… Satırlar sadırlara karışamadığında ya da sadırlar satırlardan feyz alamadığında, “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/ya nice okumaktır...”diyen derviş şairin usulü yağmalandığında rahmet olarak sunulanın zahmete tevdi edildiği anlaşılır. Hülasa bilemeyen değil, bildiğiyle amel edemeyen yahut onu derinleştiremeyen insanın ıstırabı, onun imtihanı hâlini alır. Bilginin yükü ağırdır, depo edildiği zihni yorsa da kalpte dağılmayı ve içselleştirilmeyi arzular.
Bir de her
bilginin her kapıya anahtar olmadığı ve atalarımızın “yarım hekim candan, yarım
hoca dinden eder” deyişlerindeki hikmeti göz önünde bulundurarak her sözün
ehline emanet edilmesi gerektiği hatırda tutulmalıdır. Hazreti Mevlana, ilmiyle
kibir sarhoşluğuna kapılan ve onu denizin sularına kaptıran dilbilgisi âliminin
hikâyesini ne güzel anlatır:
“…Sefer esnasında bindiği geminin kaptanı
ile sohbete koyulan bir nahiv âlimi vardı. Gemiciye sorduğu sorulara
mütemadiyen “bilmem” şeklinde cevap alınca hiddete kapıldı ve:
“-Yazık! Cehaletin sebebiyle ömrünü heba ve
ziyan etmişsin.” diyerek karşısındaki gencin kalbini kırdı. Temiz kalpli gemici çok incinmişse de bu
sözlere cevap vermedi. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir
girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telaşın kapladığı o hengâmede
gemici dil âlimine dönerek yüzme bilip bilmediğini sordu. Solmuş, sararmış bir
vaziyette ve titrek bir sesle yüzme bilmediğini söyleyen âlime gemici şu mahzun
mukabelede bulundu:
“Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, öyleyse şimdi senin tüm ömrün mahvoldu. Zira gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci! Bu deryada nahivden ziyade yüzme ilminin daha faydalı ve zaruri olduğunu sen bilmiyor muydun?”
Bu kıssa, deryada hükümsüz kalan ateş tanesinin hazin akıbetini ne güzel bir misalle gözler önüne serer. Ateşin hükmü suyu görünceye kadardır, toprak rengini ve ahengini korumak için göklerden gelene muhtaçtır. Kişinin bir bilgiyi içinde eritmesi, o bilgi içinde erimesi kadar önem arz eder. Terakki bilmekten evvel, sınırlarını muhakeme edebilmekten geçer.
Başarıyı yakalayan insanlar büyük bir bilgi çeşitliliğine sahip olanlar değil, alanındaki bilginin derinliğini tanıyan ve yansıtanlardır.
Selam ile.