Bilinmeyen hataların özrü
Hayat muammalarla dolu bir sır küpü gibidir. Ne ağzı açılır, ne içi görünür… Kudret arılarının sırladığı bu küpün içinde ne olup bittiğini arifler feraseti ile görebilirken altıncı hissine güvenenler de sezgileri ile tahmin etmeye çalışır. Kader, takdir ve kaza sarmalında akar gider mecrasına doğru.
Dostlar arasında
haberleşme, selamlaşma, zaman zaman bir araya gelip sohbet etmek dostluğun,
muhabbetin, meveddetin olmazsa olmaz hasletlerindendir. Arada hiçbir sorum yok
iken aniden kesilen selamlaşmalar, bir sokakta rast gelindiğinde yönünü
değiştirmeler, bir mecliste karşılaşıldığında bir birinden göz kaçırmalar,
görmemezlikten gelmeler, selam vermemek gibi hususlar insanı ister istemez
“acaba ben ne yaptım” sorularına muhatap ediyor. Gün boyu bu şüpheler,
endişeler ve muammalar bir değirmen misali döner durur beyninizde. Zira akla
gelebilecek her ihtimal ve her sebep sır perdesine bürünmüştür.
Her sır, varlığının
farkına varanları cezbeder ve onları merak kapılarını ardına kadar açmaya
zorlarken aynı anda kişinin içine bitmek tükenmek bilmeyen şüphe tohumu ekip, o
kişiyi faraziye ve ayağı yere basmayan tasavvur taşlarına vura vura hırpalar.
İçinize düşen
şüphelerin sır perdesini aralayıp arkasını görmek iştiyakı sizi esir aldığında
yemeden içmeden kesilirsiniz. Bir divane gibi düşersiniz sokaklara. Sokaklar
kimi zaman kalabalığıyla ritim tutar içinizdeki kaynayan volkanlara… Kimi zaman
da susar ve ayak seslerinizden yeni şarkılar besteler yalnızlık makamında.
Gece olup
başınızı yastığa koyduğunuzda Necip Fazıl’ın deyimiyle o yastık kafanızı emen
bir süngere dönüşür. Süngerleşen yastık önce uykularınızı somurur, sonra efkâr
ateşiyle tutuşturulan ve içli içli yanan bir cigaradan süzülen duman misali
odanın tavanında bin bir çeşit kılığa bürünerek dimağınızı meşgul eder. Birbirine
kavuşmaya hasret kalan kirpikleriniz, sabaha kadar bitmek bilmeyen gecenin
üzerine ilmek ilmek bir yorgunluk şalı dokumakla meşguldür. Ardından başlarsınız
kafanızın içinde kurguladığınız senaryo gereği hayali diyaloglarla meseleyi
tartışmaya. Konuşan da, dinleyen de sizsinizdir aslında. Ağlayan da, gülen de...
Diyaloglar uzar,
kavgalar uzar… Sorular cevapsız, cevaplar yetersiz, sözler kifayetsiz, dil ve
hal aciz kalınca tahammül burçlarına iflas bayrağını çekersiniz. Nihayet
sabahın kapısını çalarsınız uykusuzluktan şişmiş ve kan çanağına düşmüş gözlerinizle.
Güneşin ilk ışıkları pencerelerden süzülüp odanızın sağı solunu kolaçan edip
geceden kalan hafakanlarınızı kırk yıllık bir dost gibi koluna takarak dağların
zirvesine çıkarır sonra da bulutların sırtına bindirip sizin gün boyu
hallerinizi izlettirir. Aynı zamanda o gece icra edilecek ıstırapları tasarladıktan
sonra grup vakti gelince de hafakanlarınızı odanıza bırakıp gider kor kızıl
ışıklarıyla.
Kafanızda dolaşan
bu bin bir sual ile uykusuzluğa direnen gözlerinizi, uykunun şifa dolu ummanına
daldırmak hevesiyle akşamı ederken yine kalbinizi mutmain edecek bir cevap
bulamadan evinize dönersiniz. “Ben ne yaptım acaba?” diye başlayan bu sualler,
yüzünüzdeki tebessümün katili, içinizdeki ateşin muharriki olarak yakanıza
yapışıp kalır.
Tıpkı merhum
Müslüm Baba’nın “olsa da konuşsa kalbimin dili” dediği gibi kalbinizi
göğsünüzden çıkarıp muhatabınızın avuçlarına bıraksanız bile ne derdinizi
dinleteceğinize, ne de inandıracağınıza zerre kadar inancınız kalmamıştır.
Yaptığınız
her hata için özür dilemek bir erdemliliktir. Yine işlediğiniz her günah için
de nasuh bir tövbe inancınızın gereğidir. Ama yapmadığınız hatanın özür
dilemesi, işlemediğiniz bir günahın tövbesi nasıl olacak? Bir soğukluk var ve
sizden kaçılıyorsa buna sebep olan bir hatanız da vardır demek ki. Kendi
kendinizi hesaba çekip tüm fiillerinizi, söylemlerinizi, eylemlerinizi vicdan
duvarına yansıtıp milim milim mercek altına tuttuğunuz halde bir şey
bulamıyorsanız ve muhatabınız da en ufak bir açık vermiyor ve düşünce
dünyanızda sizi bu muhasebeye tekrar tekrar zorluyorsa artık hayat bir
işkenceden başka bir şey olmayacaktır.
Sormak
istediğinizde buna fırsat verilmiyorsa, sürekli bahaneler üretilerek yan yana
gelip olmuş veya olacaklarla yüzleşemiyorsanız bu işkence daha da büyüyecektir.
Hele hele yok sayılıyorsanız ıstırabınız bir nebze daha artacaktır. Ya da
birileri size nispet ediliyorsa… Ya da yüzleşseniz de hiçbir şey yokmuş gibi
davranılarak size evhamlı muamelesi yapılıyor ve umursanmıyorsanız içinizdeki
kuyular daha da derinleşir, kuytularınız izbeleşir, sokaklarınız çıkmaza döner.
Kim
bilir belki de siz kafanızda büyütüyorsunuzdur. Evhamlanıyorsunuzdur yok
yere. Asalında bir hatanız ya da
günahınız yoktur ama siz kendi kendinizin günahını alıyorsunuzdur? Olamaz mı
yani? Öyle ya yapmadığınız hatanın özrü, işlemediğiniz günahın tövbesi en başta
sizi muhatabınız nezdinde suçluymuş durumuna düşürebilir.
Velhasıl
karışık mevzu.
Sel
akar deresini bulur, üzerindeki tortuları oraya buraya saçarak. Anlaşılmak zor
vesselam.