Bilim taassubu
Bilimi “ideolojik bir temelde” ele almakla “tekeline almak” arasında bir fark yoktur. Bugün bilim denilince akla tek bir merkez geliyor ve onun dışında yapılan araştırmaların, deneylerin veya görüşlerin kıymeti harbiyesi yoksa bu tek kelimeyle bağnazlıktır.
Bilirsiniz laik, ilerici, bilimci ve rasyonalist zeminde ilerleyen Fransız ihtilalinin ilk icraatı kimyanın büyük bilginlerinden biri olan Lavoisier’in kellesini almak olmuştu.
“Bu denli önemli bir bilim adamını idama mahkûm edemezsiniz “denildiğinde devrim mahkemesinin yargıcı şöyle cevap vermişti;
Cumhuriyetin bilim
adamlarına ihtiyacı yoktur!
Bizde de laik ve bilimsellik uğruna otoriter bir baskı yöntemiyle bir neslin kültürel genleriyle oynandı. Bilim yeni bir ulus inşa etmenin aracı haline getirilmişti. Oysa bilim ve aklın rafa kaldırıldığı katı pozitivizmin tek hakikatmiş gibi dikte edildiği enteresan bir dönemdi bu.
Sovyet akademisyeni Yevgeniy Afanasyev bu durumu kendi toplumu için şöyle izah ediyordu;
“Sovyet toplumu entelektüel açıdan gönüllü(!) bir izolasyon içinde hayatını sürdürdü. Bir toplum kendini tüm gelişmelere kapatırsa elbette çağın gerisine düşer.”
Marksizmde bilimi tek yol gösterici hakikatmiş gibi gösteren ve bunun dışında hiçbir yeniliğe müsaade etmeyen Orhan Hançerlioğlu bu bağnazlığın ilginç örneklerinden biridir.
Stalin döneminde
Lissenko “proletarya biyolojisi” icat etmiş ve Lissenkizm dışında kalan tüm
buluşları, görüşleri, deneyleri, tezleri, bilimsel yaklaşımları Stalin aracıyla
yasaklatmıştı. Sonuç tahmin ettiğiniz gibi; iflastı.
Oysa Karl Popper, “Bilim, rasyonel bir mutlak doğruyu temsil etmez aksine yanlışlanabilir deney ve sınama yoluyla kontrol edilebilir olması halinde ancak bilim sayılır” diyor.
Sorgulamaya ve sınamaya açık olmayan tek elden kumanda edilen bilim artık bilim olmaktan çıkmıştır. Bu bilimsel diktatörlüğün adım adım tüm dünyayı kuşatması demektir. Ve bilim artık bağnazların elinde bir taassup haline gelmiştir.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın şu tespiti tam da bu konuda dikkate değerdir. “Bu memleketi Atatürk ilkelerinin kurtaracağına, kalkınmanın ancak onunla mümkün olacağına inanan aydınla, kurtuluşun ancak muayyen bir iktisadi rejim sayesinde gerçekleşeceğini iddia eden sosyalist veya ilerlemenin ancak şeriata bağlanmakla kabil olduğuna iman eden lalettayin bir adamın inanış ve düşünüş tarzlarında bir fark gözetmek mümkün değildir.”
Çünkü kimse bu konularda ne sorgulamaya ne de sorgulanmaya açık kapı bırakmış durumdadır.
Örneğin Comte, pozitivizmi yeni bir insanlık dini olarak teklif
ediyordu. Çünkü pozitivizm, kilisenin
etkisini tamamen ortadan kaldırmak, laik yaşam tarzını toplumda
yaygınlaştırmak, kaynaşmış bir kitle oluşturmak ve ilerici, akılcı bir anlayışı
hâkim kılmak niyetindedir.
Ne var ki bunu zihinleri kapatmak suretiyle yapmak niyetindeydiler.
Konuyu dağıtmak niyetinde değilim. Bugün hala sorgulamadan kesin bir inançla pozitivizmi tek hakikatmiş gibi gören bağnaz bir kafa yapısı olduğu için bunu ifade etmek durumunda kalıyorum.
Keza aşı tartışmaları üzerinden yürüyen ve DSÖ’yü sorgulamadan tek bilimsel gerçeklerin oradan neşet ettiğine inanan bir zümrenin de varlığını dikkate alarak böyle bir hatırlatmayı gerekli gördüm.
Bugün “Abi, bize çip takacaklarmış” diyen bakkal çırağı ile “kolumu sıyırdım sıraya girdim bile” diyen gazeteci arasında bir fark olmadığını ifade etmeye çalışıyorum.
Tüm dünyada bilimi, teknolojiyi, medyayı tekellerine alan ve kendilerinin münasip görmediği hiçbir görüşü, sorgulamayı, tezleri, araştırmaları kayda değer bulmayan bir yapılanmanın da varlığına dikkat çekmek istiyorum.
Öyle ki bugünlerde
aşı üzerinde aykırı görüş beyan eden ve bu konuda bilimsel araştırmalar yapan
bilim adamları komploculukla itham edilirken ana akım medya da bu türden
araştırmalara, görüşlere kapalı yayınlar yapıyor.
Bilim şayet sorgulamaya kapatılmışsa ve tek merkezden kumanda ediliyorsa bu bağnazlıkla baş etmek güç. Korkarım hepimiz bu bilimsel diktatörlüğün kurbanları olacağız...