Bilim, İlerleme ve Müslümanlar-1
Medeniyetler tarihi, insanlığın ürettiği bilim, teknoloji ve kültürün tarihidir. Bu tarih inşasında ırk, renk, din, dil, etnik köken ve coğrafî bölgenin önemi yoktur. Dolayısıyla düşünce, bilim ve teknolojinin mutlak sahipleri ve mekânları bulunmamaktadır. Bilim ve felsefeyi antik Yunan’la başlatan iddialar, bilimsel ve rasyonel gerçekleri yansıtmamaktadır. Babil, Keldani, Çin, Hind, İran, Mısır gibi kadim uygarlıkların mirasını/birikimini alan Yunanlılar, bilginin uzun dönem ‘özne’si olmuşlardır.
Yunanlılar, devşirdikleri bütün bilimsel müktesebatı, kendilerinden önceki uygarlıkların yaptığı gibi, iyi değerlendirip geliştirdiler. Halefleri Müslümanlar ise, yedinci yüzyıldan itibaren Yunan, Hint ve İran’dan bilimleri aldılar. Onlar, Fuat Sezgin’in ifadesiyle, “Hıristiyan veya Yahudi olsun, kendilerinden ilim aldıkları kimseleri hoca/üstat kabul ettiler.
İslâm bilginleri Kur’ân ve sünnetle başladıkları ilim yolculuğunda belirli bir mesafe aldıktan sonra, diğer kültür ve uygarlıkların eserlerini okudular, hazmettiler, yorumladılar ve eleştirdiler. Sezgin’in dediği gibi, iki yüzyıl sonra, öğrenme aşamasını geride bıraktılar. Akabinde kendi özgün eserlerini vermeye başladılar.
Böylece İslam medeniyeti, 9.-10. Yüzyılda Bağdat merkezli, 12.-13. Yüzyılda Kahire ve Granada (Endülüs) ve 16.-17. Yüzyılda İstanbul ve Delhi merkezli uygarlık coğrafyasını insanlığa hediye/takdim ettiler.
Müslümanların 800 yıl boyunca bilim alanındaki öncü rollerine dikkat çeken Fuat Sezgin, onların keşifler yaparak, ilimleri geliştirerek ve yeni ilimler kurarak geleceğin bilimlerinin ilkelerini belirleyip temellerini attıklarını hatırlatmaktadır. Ancak on altıncı yüzyıldan sonra bilim alanındaki bu öncü rollerini kaybeden İslâm dünyası, zaten Endülüs’ü fethederek, kendi haleflerini (Avrupa) seçmişlerdi. Nitekim Fuat Sezgin, Avrupa’da var olan bilimlerin, aslında İslâm bilimlerinin başka coğrafyalardaki devamı olduğunu söylemekteydi. O, yaptığı çalışmalarla Avrupa’da bulunan/gelişen bilimlerin, Müslüman bilim insanlarının ilerlettiği ilimler olarak kendilerine yabancı olmadığını göstermektedir.
Fuat Sezgin, Batı’da bulunduğu sürece, bu bilimleri yabancı bulmadığını, dolayısıyla aşağılık duygusu yaşamadığını samimi bir şekilde bize ifade etmektedir. Bununla birlikte o, böyle düşünmeseydi, büyük bir özgüvenle dünya çapında kendi alanında hiç yazılmamış eserleri asla yazamayacağını açık bir şekilde ifade etmektedir belirtmektedir:
“Bende, bir Müslüman’ın iyi şartlar içerisinde çok iyi çalışması neticesinde önemli başarıları elde edebileceği inancı vardır. Onun için tüm Müslümanlardan, korkak ve taklitçi olmamalarını, özgüvene sahip olmalarını ve dolayısıyla yaratıcı olmalarını diliyorum.” (Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, söyleşi: Sefer Turan, İstanbul 2019)
Hocası oryantalist Ritter’in şu açıklamalarıyla İslam/Arap medeniyetinin ve onun uygarlık dili (yazıların kraliçesi) Arapça’nın büyüklüğünü Sezgin şöyle aktarmaktadır:
“Hocam bana dedi ki, ‘Arap yazısında üç vites vardır. Bunu, herkes bilmez. Yazıyorsunuz, ama noktasız yazıyorsunuz. Bu, çok hızlı yazmanıza vesile oluyor. Ama okumada, durum bunun tersinedir. Bu, âlimler vitesidir. Kütüphanelerindeki kitapların bir kısmı böyledir. Onları, ancak âlimler okuyabilir.
İkinci viteste ise, noktalı ama harekesiz yazarsınız. Okuma da, yazma da, ikinci vitestir. Bu, umumiyetle halk için geçerli olan bir vitestir.
Üçüncüsünde ise noktalı ve harekeli yazarsınız. Okurken, hata varsa, çok kolay fark edersiniz. Fakat yazmak da zaman alır. Bu da üçüncü vitestir.’ Hocam Hellmut Ritter, bunu söyledikten sonra, bir kâğıt aldı ve kâğıda kendi ismini Latin harfleriyle ile (Ritter) yazdı. ‘Bu, eşek suratiyle gidiyor’ dedi ve ‘bu da eşek vitesidir.’ diye ekledi. Arap diline hayranlık duyan Ritter, Arap yazısı için ‘yazıların kraliçesi’ derdi.”