Bilâl'in Tevekkülü
Birkaç yıl önce,
bir vilayetimizde, bir bakanlığın il müdürüydüm. Bağlı bulunduğumuz genel
müdürlük, başka üç ilin de il müdürüyle birlikte beni, diğer bir ilimizde
personel almak üzere görevlendirdi. Görevli dört arkadaş sınava 3 gün kala beraber
sınavın yapılacağı şehre gittik.
Şehri gezmeden
önce sessizce bizim için ayrılan misafirhaneye gidip yerleştik. Ben ve
heyetteki diğer arkadaşlarım bu kente ilk kez geliyorduk ve bu görev için şehre
geldiğimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Bu şehirde yaşayan hiç kimseyle
tanışmıyorduk.
Sınav konusunda arkadaşlarla
kanaatimiz aynıydı: hak edeni kazandıracağız. Bunun için dikkatli
davranıyorduk. Çünkü biliyorduk ki, sınava katılım yoğun olacak ve herkes “yukarıdan” maalesef
bir referans bularak bizi rahatsız edecekti.
Şehre gezmeye
çıktığımızda vakit ikindiydi. Kimseye görünmeden şehrin biraz dışındaki kenar
bir mahallede, tarihi bir camiye gittik. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu
boştu.
Osmanlı'dan kalma
mimarisi insanda manevi duygular uyandıran şirin bir caminin avlusundayız. Dört
arkadaş şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Mayıs ayının sıcak havası da
ayrı bir güzellik katıyordu çevreye.
Abdest için
ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı sıyırmaya başlamıştım ki ayaklarımın önüne
bir çift takunya kondu. Takunyaların geldiği tarafa doğru şaşkınlıkla başımı
çevirdim. Yüzüme tebessümle bakan, orta boylu, esmerimsi ve yakışıklı
diyebileceğimiz yirmi beş yaşlarında bir gençle göz göze geldim. Utangaçlığın
vermiş olduğu çekingenlikle:
Ben buraları
bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz, namaz kılana hizmet etmek, Allah'ın
rızasını kazandırır. Allah kabul etsin! dedi. Dönüp
gitti ama hemen ardından seslendim. Çünkü gencin tebessümü, davranışı,
kibarlığı, her şeyden önce içten davranışı hepimizi çok etkiledi. Sordum:
Sen kimsin? Adın
ne?
Tebessüm ederek:
- Adım Bilal, bu
mahallede oturuyorum.
Bir an abdest
almayı bırakarak gençle ilgilenmeye başladım.
Ne iş yapıyorsun
Bilal?
Biraz durakladı;
ama yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmeden sorumu cevaplandırdı:
- Şimdi işim yok;
ama inşallah yakında işe gireceğim…
O kadar inanarak
söylüyordu ki bunu,
Nasıl olacak o,
Bilal? dedim.
Müthiş mütevekkil
ve huzurlu bir yüzle:
- Üç gün sonra,
dedi ve devam etti:
- … Müdürlüğü’nde
sınavla personel alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek inşallah!"
demez mi?
Ben bir an neye
uğradığımı şaşırmıştım. İşe alacak olan bizdik, Bilal’i karşımıza çıkaran bir
sır olmalıydı.
Arkadaşlarım da
artık Bilal ile aramızda geçen konuşmalara dikkat kesilmişlerdi.
Peki,
Bilal dedim, Bu zamanda işe girmek zor, hem de çok zor! Senin
torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?
Bilal o
mütevekkil ve mütebessim halini kuşanarak hepimizin üzerinde bomba tesiri
bırakacak sözü söyleyiverdi:
- Torpil ile işim olmaz,
torpilim yok. Hem kim bir yetimin referans olmak ister ki? Benim referansım
Allah, ne güzel vekildir O. Dün gece O'na teheccüd namazından sonra dilekçemi
sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?..
demekle Bilal adeta bizi esir aldı.
Yutkunmakta
zorlanıyordum:
Ya Rabbi! Bizi ne
işe gönderdin? dedim içimden.
Ağlamamak için
kendimi zor tutuyordum! Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim.
Musluktan avucuma su alıp yüzüme serptim.
Titreyen
dudaklarımdan:
Bilal, baban yok
mu? dedim.
- Yok, mekânı
cennet olsun. Ben üç yaşındayken ölmüş babam. Anneciğim büyüttü beni…
Tertemiz bir
saflık vardı Bilal’in üzerinde. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu o
kadar meydanda idi ki kalbi adeta diline ve yüzüne vurmuştu.
Zar zor
konuşabiliyorum, sordum:
Askerliğini
yaptın mı Bilal?
Mutlu bir edayla:
-Yaptım ya, hem
de çavuş olarak, dedi.
Artık Bilâl'ı
daha yakından tanımalıydım; çünkü o tanınmayı çoktan hak etmişti.
Evli misin Bilal?
Dedim.
Bir anda gözleri
yere düştü, sustu, yutkundu. Yine o mütevekkil hali üzerindeydi. Utanarak
sözünü sürdürdü:
-Evli değil de
sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez düğünümü yapacağım, dedi.
Yine o kadar
kesin konuşuyordu ki kendimi alamadım. Ürkek bir sesle:
Ama Bilal, üç gün
sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki, sanki sınavı kazanmış
gibisin!
Sustu. Başını
kaldırdı ve gözlerini ufka dikti hemen cevap vermedi, daldı. Yüzünün rengi bir
beyazlaşıyor, bir sararıyordu. Biraz sonra gözleri ufka dikili olarak ve sesine
bir gizemlilik katarak şunları söyledi:
- Ben Rabbimi çok
seviyorum, inanıyorum ki o da beni seviyor. Seven seveni korumaz, ona yardım
etmez mi? Seven sevenini hiç yüz üstü bıraktığı görülmüş mü?
Ona söyleyecek
laf bulamıyordum. Bilal öylesine bir kalp taşıyordu ki, Allah biz kocaman
kocaman(!) müdürleri, Bilal kuluna hizmet edelim diye onun ayağına göndermişti.
Kim müdürdü, kim
işçi olacaktı?..
Bilal dilekçesini
en büyük makama sununca melekler harekete geçti; daireler, müdürler harekete
geçti ve hep birlikte Bilal kulun ayağına koşmaya başladılar. Çünkü emir 'YÜCE
MAKAMDAN'mış biz bilmesek de.
Sormaya devam
ettim, içim titreyerek:
Bilal, sözlünü
nasıl buldun? Bu zamanda hem yetim, hem işsize kim kız verir ki?
Başını salladı,
"doğru" dedi ve ekledi:
-Zor nişanlandım.
Allah razı olsun, müstakbel kayınpederim, ‘sözde Müslüman’ değil, hakiki mümin:
Bu zamanda namazında niyazında damat nerde bulunur, hem rızkı veren Allah'tır,
dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verir, hayırlı bir işim olacak inşaallah,
dedi.
Ben ve
arkadaşlarım karşılaştığımız bu koca yürekten dolayı hem mutlu hem de
telaşlıydık, çünkü hata yapma hakkımız yoktu.
Bilal,
dedim. Senin böyle temiz yetişmene neden olan, seni böylesi mütevekkil hale
getiren bir sır olsa gerek, nedir o sır?
Bilal derine
daldı:
-Eğer ona sır
denilirse var. Sevgili anneciğim her zaman ‘sana hiç haram lokma yedirmedim’ der.
Sır bu olmalı ve tabi ki bu da Rabbim’iz olan Allah’ın (cc) keremi ve
ihsanıdır.
Bilal lise
mezunuydu, üç yüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçerek ilk yetmiş kişinin
arasına girmiş, şimdi 3 gün sonra mülakata girecekti.
Ve bizler,
önümüze sunulan, Bakanlık dâhil, bütün referansları bir kenara koyarak Bilal'ın
referansını en öne aldık!
Mülakat gününe
kadar bizi göremedi, kim olduğumuzu da zaten bilmiyordu. Mülakat günü geldi
çattı. Tüm arkadaşlar merak ediyorduk, bizi karşısında görünce acaba nasıl
tepki verecekti? Doğrusu bu yüzden biraz da tedirgindik…
Sıra Bilal’e
gelmişti, adı okundu, içeri girdi. Heyecandan olacak, bizi birden fark edemedi,
zaten kıyafetlerimiz de değişmişti. Biz susmuştuk. Birkaç saniye sonra Bilal yavaş
yavaş başını kaldırarak bize baktı.
Bizi karşısında
görünce şaşırır gibi oldu, yüzü kızardı, gözleri yere düştü, mahcubiyet duydu.
Sessizliği bozdum:
Bilal, bizi
tanımadın mı? dedim.
Renkten renge
girdi Bilal:
- Evet, tanıdım
sizi, diyebildi zar zor.
Peki Bilâl, ne
diyeceksin şimdi?
Ağlamaya başladı,
çocuk gibi hıçkırıyordu. Artık biz de dayanamamıştık, ona uyduk, hıçkırıklar
boğazımıza düğümlenmişti. Oda öylesine bir havaya bürünmüştü ki bazı manevi
şeylere elle dokunmak mümkündü, adeta. Bilal ellerini Rabbine kaldırdı ve:
-Ey Rabbim! Ben
halimi sana sunmuştum, içimi sana açmıştım, şimdi burada müdürlerime karşı mahcubum.
Allah'ım, ben hep Sen'den başkasından istememeyi istedim… Beni yalnızca Sana
muhtaç eyle Allah'ım, dedi.
Bir an bir
sessizlik oldu. Arkasından hüzün dolu bir sesle:
- Ne olur, izin
verin çıkayım, dedi.
Peki, Bilal,
çıkabilirsin, dedik.
Çıktı Bilâl,
ardından:
Güle güle git.
Allah işini, aşını, eşini mübarek kılsın! dedik…
Allah'a tevekkül etmek O’na itimadın tamlığı demektir. O’ndan isteyenler muratlarına erdiler, O’ndan başkasından isteyenler helak oldular. Allah dilerse bütün dünyayı Bilâllere hizmetçi yapar, bizi yaptığı gibi.