Beyaz ekmeğe alışmak
Alışkanlık her şeyden önce insanda standart
yaratan bir şeydir. Yani insan bir şeye alıştığı zaman, giderek onu yadırgamaz
ve o kişide “elde var” diyerek bir standartı ifade eder. Bu sebepten olsa gerek
halk arasında “Allah gördüğünden aşağı düşürmesin” ifadesi sıkça kullanılır.
Toplumlarda da bir alışkanlık kazanıldığında,
oradan geri dönüşler oldukça zordur. 1970’li yıllarda el değmeden üretilen ve
halk arasında “fabrika ekmeği” olarak isimlendirilen ekmek, biraz da modern
olanı ve fabrikasyonu ifade ettiği için kıymetliydi. Şehrin kenar mahallerinde
bile tandır ekmeği ile yufka ekmeklerini insanlar kendileri üretir ve onu
yerlerdi. Ancak fabrikasyon olan o dönemde zihinlerde daha değerliydi. Hatta
kenar mahallelerden şehrin merkezine gidecek olana bize “şehir ekmeği” getir diye
siparişte bulunulurdu. Modernizasyonu ifade eden bu süreç, aynı zamanda
insanların hele gelişmekte olan diye tabir edilen insanların bir değişimden
geçmesi anlamına gelmekteydi.
Burada ekmek bir örnek olarak verilmiştir.
Ancak genel olarak modernizasyon lehindeki değişimi aynı zamanda “beyaz ekmeğe
alışmak” diye de temsili anlamda nitelendirmek mümkündür. Nitekim bu değişimler
toplumlarda hayat tarzını ve dünyaya bakışı farklılaştıracak kadar
dönüştürmüştür. “Beyaz ekmeğe alışmak” meselesi üstelik sadece gelişmekte olan
diye tabir edilen ülkeler için değil, afrika gibi ülkeler için de sıklıkla
kullanılmıştır.
Bugün kaybedilen şeyler (tandır ekmeği ve
yufka) şehirlerde çoğunlukla aynı lezzzet ve içerikte olmayan biçimde
üretiliyor ancak insanlar onlara biraz daha yüksek fiyat ödeyerek sahip
olabiliyorlar. GDO’lü ürünlerden gıdadaki birçok bozulmalara kadar, en başta
tabiattan kaybettik.
Burada daha önemli olan nokta, yeni bir hayat
tarzına toplumlar alıştırıldı. Bu hayat tarzı sürekli tüketim ve yeni alışkanlıklar
kazandırma üzerine devam ediyor. Medyadan yapılan propagandalarla da yeni hayat
tarzı epey yerleşmiş görünüyor. Benim problem ettiğim nokta ise, bu yeni hayat
tarzının bize oluşturduğu alışkanlıkların tamamen bir tüketime dayanmasıdır.
Bugün müslümanlar başta olmak üzere birçok
toplum yeterince tüketememekten şikayetçi. Neticede bir meta ihtiyaç olarak
hissettiriliyorsa, onu tüket(e)meyen insanlar ihtiyaçlarını alamadıkları
düşüncesiyle kendilerini mağdur olarak hissediyorlar. Çok yerde ifade ettiğim
bir cümledir; “alışverişe gidip dönerken, çoğunlukla satın aldıklarınız için
mutlu olmazsınız, daha çok satın alamadıklarınız için mutsuz olursunuz. Üstelik
her alışverişte satın alamadığınız ve gelecek sefere ertelediğiniz mutlaka bir
şey vardır.”
Post/modern dünya (buna kapitalizm de
diyebiliriz) gelecek nesilleri ve dünyanın geleceğini hiç düşünmeden her şeyi
paraya dönüştürmek üzere tüketimin hizmetine sunuyor. Tüketmenin bu dünyada
yaşayan insanın yegane kimliklendirme yolu olduğunu öneriyor. Tabii ki bu,
müthiş bir borçluluk ve neticede köleleşme demektir. Halbuki dinler
peygamberlerinin şahsında mütevazi bir hayatı öğütler ve bunun örnekliğini
gösterirler. Din demek aynı zamanda insanın özgürlüğünü nasıl sürekli hale
geleceğinin yollarını gösteren bir hidayet unsuru demektir.
Ancak bugün müslüman toplumlar da dahil olmak üzere “beyaz ekmeğe alışmak”tan mülhem bir zihniyet dönüşümüne uğramışlardır. Peygamberlerin hayatı Müslümanlara bile “esatir-i evvelin (mitoloji)” türünden gelmektedir. Yaşadığımız dünya ölçeğindeki sorunlara çözüm nedir diye soracak olursanız, ilk önce bize önerilen hayat tarzını sorgulamaktan geçer derim.