Betonlar ve çimenler
Birbirine olabildiğince uzak olsalar da sanat ile siyaset arasında kökensel bir bağ vardır. Uzaklık şuradan kaynaklanıyor: Sanat, hayatı mümkün olduğunca parlatmanın ve ona uç ekleyerek yaşanır kılmanın arayışlarını barındırırken siyaset ise genellikle birilerinin hayatını başkaları pahasına zorlaştırmanın aracı olarak varlığını sürdürür. En azından pratik zemine bakıldığında bu böyledir. Başlangıçtan beri sanatçı kimliği insanın hayat karşısındaki zorluklarını kolaylaştırmanın, gerek acıyı hafifleterek gerekse belli düzeyde bir sevinç ekleyerek ama her durumda “zihinsel bir durulaştırmanın üstesinden gelmek için çaba harcarken güç ilişkilerini şematize etmenin ve güçlülerin güçsüzler üzerindeki tahakkümünü belirginleştirmenin vazgeçilmez aktörü olarak siyasetçi kimliği ise onu karmaşıklaştırmanın, hatta belki de büsbütün zorlaştırmanın pratiğini gütmüştür. Haddizatında siyasetle mülemma içdünyalar ile içine sanatın girdiği iç dünyalara bakıldığında bu hakikat kendiliğinden görülür.
Elbette burada, siyasetin ve sanatın tarihsel serüveni bu ikisi arasındaki farklılıkları ve birbirine yönelik duruşlarında belli kaymalar yaratmıştır. Sonuçta, klasik devirlerde sanatçılar biraz siyasetçi, siyasetçiler biraz sanatçı misyonu üstlenmekteydiler. Kral sanatçılar, sanatçı krallardan nicelik olarak çok daha baskın görünse de bu ikisinin birbirinin tamamen uzağa düştüğü en belirgin çağ bizimkidir. Bugün artık, belki de çağın doğası gereği zaten sanatçı kralların yetişmesi, yetişse bile ayakta durması ve orada, bulunduğu yerde konumunu koruması zaten mümkün değil ya kral sanatçılara da yer yok gibi. Bir zamanların Doğu ve Batı’daki hükümranları nakkaştılar, ressamdılar, şairdiler, müzisyendiler aynı zamanda. En azından sanatçıya belli bir hürmetle bakar, onları hayatın kıyısında, kendileri çalıp kendileri oynayan aksesuar olarak düşünmezlerdi. Bugünün dünyasında ise sanatla uğraşmak ve sanatçıya hürmet göstermek neredeyse siyasetin zaaf noktası olarak görülüyor ve eğer gerçekten de mevcut siyasete sanatın imkanlarını kanalize etmiyorsa hatta tamamen dışlanıyor, ötesi belki de cezalandırılıyor.
Tek tek rejimler, ülkeler ve yöneticiler listesi vermeye gerek yok. Dünyanın neresinde, hangi iktidarlar, hangi rejimlerle memleketlerini yönetiyor olurlarsa olsunlar, bir hakikat var ki siyasetin atmosferinde sanata yer kalmıyor. Eflatun’un lanetinden midir nedir, Devlet adlı kitaptan sonra belli parantezler açılmış olsa da sanatçı siyaseti siyasetçi de sanatçıyı sevmiyor. Siyasetçi sanatçıyı devletinin fuzuli işçisi, sanatçı da siyasetçiyi hayallerinin amelesi olarak görmeye devam ediyor. Gerçek biraz da bu galiba: Hayatın katı penceresinden bakıldığında duygusallık, duygunun akışkan penceresinden bakıldığında oportünizm sırıtıyor, çirkin görünüyor. Bu şartlarda ne sanatçının siyasetçiyi ne de siyasetçinin sanatçıyı anlama şansı var ve her birinin durduğu yer, ötekinin durduğu yeri tahfif edecek araçlar üretiyor.
Kaybetmek ve kazanmanın hayat için ifade ettiği şey tam olarak nesnelleştirilemese de hayatın anlamını kaybetmek ve kazanmaktan ibaret gören siyaset camiası için sanat hep kaybedenler kulübünün mensubu olarak var; kayıp ve kazancı ellerinin tersiyle iten, anlamayı tercih eden sanat erbabı içinse “mağluptur bu yolda galip”. Sonuçta hayat akıp gidiyor, kazananlar da kaybedenler de aynı dar kapıdan, aynı ince köprüden geçiyor. Anlamaya çalışmak, kaybetmek ve kazanmaktan daha asil görünse bile kazanmaya çalışanların kazandıklarının kocaman bir hiç olduğunu görmek, kaybedenler kulübü üyelerine yine de zor geliyor. Çünkü öyle ya da böyle, anlamaya çalışanlar, anladıkça, anlam alanlarını genişlettikçe bir noktadan sonra kazananların kirlettiği atmosferi temizlemeye yönelik heveslerini kaybediyor, bireysel çabalarının kitlesel aşınmayı tamir etmeye yetmediğini görüyor. Ne kadar çok anlarsanız o kadar fazla eziyet çekiyorsunuz ve betonlar hiçbir zaman çimenlerin farkında değil.
Siyaset daha başından, en başından beri hayatı betonlaştırmanın, sıkı kurallara tahvil etmenin, içinde nefes alınmayacak bir dünya inşa etmenin sayısız araçlarını üretiyor. Sanatçı ise ne yapıp edip yağmur bulutlarının gelip o betonların arasında boşluklar oluşturmasını, o boşluklardan çimenlerin yeşermesini ve o çimenlerin hayatı yumuşatmasını diliyor. Yapmak ile dilemek arasındaki fark ise betoncuların sayısını artırıyor, yağmurları kirletiyor, çimenlerin rengini bozuyor. Rengi bozulmuş çimlenlerin betonu andırmasına şaşarak bakıyoruz. Siyaset sanatı ablukaya aldıkça hayat daha çekilmez hale geliyor. Yaratıcılık, hayal gücü, heves, hatta sevgi bile donuklaşarak özünden uzaklaşıyor. Siyaset sanata yaklaşacağına, sanat siyasetin güdümüne giriyor, hayatın ritmi bozuluyor. Bir zamanların yeşil-mavi gezegeni böylece sürgit gri bir hal alıyor. Yaratıcılığın yerini taklit, hayal gücünün yerini katı gerçeklik, hevesin yerini umutsuzluk, sevginin yerini nefret alıyor. Son insanı makineye, son toprak parçasını betona dönüştürdüğümüzde hayattan geriye ne kalır ki? Dünyayı koca bir hapishaneye dönüştürdüğümüz, kalpler arasına dikenli telörgüleri döşeyip ırmak yerine oluk oluk kan akıttığımız yetmiyormuş gibi bir de siyaset üzerinden ha bire o devasa hapishanenin duvarlarını kalınlaştırmanın hesaplarını güdüyoruz. Ve şairler, olsa olsa kendi ellerimizle yok ettiğimiz dünyanın ağıdını yakıyor, gözyaşlarıyla o duvarları eritmeye çabalıyor. Ne trajik bir acı, ne büyük bir gaflet…