BEŞİ BİR YERDE...
KIRIM HUZURA HASRET
Karadeniz’in
kuzeyinde, Ukrayna’nın güneyinde yer
alan Kırım’ın, batısında ve güneyinde Karadeniz, doğusunda Azak Denizi bulunmaktadır. Kuzeyinde bulunan Perekop Kıstağı ile ana karaya bağlantı kurulmaktadır. Kırım’ın
sahil uzunluğu 2 bin 500 kilometreyi aşmakla birlikte, doğu ve batı
doğrultusunda 305 kilometre, kuzey ve güne doğrultusu yaklaşık 205
kilometredir.
Üç
farklı bölgeden oluşan Kırım’ın birinci bölgesi Batı Sivastopol’danDoğu
Feodosya’ya kadar uzanan dağlık bölgedir ve en yüksek tepesi 1545 metre
yüksekliğindeki Romankoş Tepesi’dir.
Dağlık Bölge, sahil şeridini ikinci bölge olan Orta ve Kuzey Kırım steplerinden
ayırmaktadır, dolayısıyla bu bölgede tarım ön plana çıkmaktadır. Üçüncü bölgede
ise Kerç Yarımadası konumlanmaktadır ve sahil bölgesi ile düz step bölgesi
olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Kerç
Yarımadası doğuda bir taraftan dağlık
Kırım’a, bir taraftan Kafkasya’ya
bağlanmaktadır.
Kuzey
yarım kürenin güney kesiminde bulunan Kırım’da, ılıman iklim mevcuttur.
Yarımadanın iç kesimlerinde ise, sahip olduğu dağ sisteminden dolayı bozkır
iklimi görülmektedir. Göl ve akarsu bakımından büyük zenginliklere sahip olan
Kırım Yarımadası’nda tatlı ve tuzlu sudan oluşan 50’ye yakın göl bulunmaktadır.
Başlıca akarsuları ise; Salgir, Çorgana, Belbek Kaçı, İndalve, Kuzey
Bulganak’tır. 1657 çay ve akarsuyun 150 tanesi sürekli olarak akmakta ve
çoğunluğunun uzunluğu 9 ila 10 kilometreye varmaktadır. Verimli toprak ve
zengin bitki çeşitliliğine sahiptir.
Jeopolitik açıdan bakıldığında ise Kırım, Avrasya Jeopolitiğinin kilit noktasını teşkil etmektedir. Doğu Yakası jeopolitiğinin Volga-Don hattı ile kopmaz bağlarla ilişkili olmasına rağmen, temel olarak Batı Yakası jeopolitiğine bağlıdır.
KIRIM, TÜRK YURDUDUR
Kırım, stratejik konumu nedeniyle
tarih boyunca çeşitli halklara ev sahipliği yapmış, önemli bir konuma sahip
olmasından kaynaklı birçok kez işgale uğramış bir yarımadadır. Tarih boyunca bu
coğrafyaya Türk halkları başta olmak üzere İskitler,
Yunanlılar, Ruslar ve diğer milletler yerleşmiştir. Venedikliler, Cenevizliler
burada koloni oluşturup ekonomik açıdan burayı kendilerine bağlasalar da Kırım
coğrafyasında egemenlik çoğunlukla Türklerde
olmuştur.
Tarih boyunca Hunlar ile birlikte Kavimler Göçü nedeniyle Deşt-i Kıpçak bölgesine Türk boyları yerleşmiş ve bölgede Türk
varlığı oluşmaya başlamıştır. Daha sonra Ogur
Türkleri, Avarlar, Hazarlar, Peçenekler bu bölgeye yerleşmiş ve bölge büyük oranda
Türkleşmiştir. Değişen siyasi ortamda bu bölgeye gelen Kıpçaklar ise çok daha geniş sahalara hâkim olmuş ve bölgede Kıpçak
etkisi uzun süre varlığını korumuştur. Bu coğrafyada siyasi sürecin değişimiyle
daha sonra Altın Orda Devleti
kurulmuştur. Altın Orda Devleti’nin zamanla gücünü kaybedip yıkılmasından sonra
kurulan Kırım Hanlığı ise Kırım’daki
Türkler için önemli siyasi yapılanma olmuştur.
Altın Orda ve
Kırım Hanlığı dönemlerinde
Kırım’daki Türk unsurunun geneli için zamanla Tatar adı da kullanılmaya başlamıştır. Tatar adı esasında her ne
kadar bir Türk-Moğol kabilesinden
gelse de, bu adlandırma Moğolların hâkimiyetinden sonra, özellikle Doğu
Avrupa’daki Altın Orda Devleti’ni ve halkını nitelemek için diğer milletler
tarafından kullanılmaya başlamıştır. Fakat özellikle Kırım ve Kazan Türkleri,
kendilerine yakıştırılan bu adlandırmayı zamanla benimseyerek, kendilerini
Tatar olarak tanımlamayı tercih etmişlerdir.
Neticede Altın Orda egemenliği ile
Tatar olarak çağrılmaya başlanan Kırım Türkleri, Kırım Hanlığı’nın kurulması ve bu devletin 1475’te çağın en önemli güçlerinden Osmanlı Devleti’ne bağlanması ile son parlak devrini yaşamıştır. Bu
süreçte Kırım Türkleri ve Anadolu
Türkleri arasındaki kültürel ve iktisadi bağlar güçlenmiştir. Osmanlı
hâkimiyeti döneminde, mezkûr devletin Rus sahasına ve Balkanların ötesine
yapmış olduğu seferlerde önemli rol oynayan Kırım hanları, bu hususta âdeta
Osmanlıların ileri karakolu vazifesini üstlenmişlerdir. Fakat Osmanlı
Devleti’nin duraklama ve gerileme dönemleriyle beraber giderek zayıflaması,
hanlık ve Kırım Türkleri adına yeni ve zorlu bir süreci de beraberinde
getirecektir. Rus İmparatoriçesi II.
Katerina zamanında 1783’te Rus İmparatorluğu idaresi altına giren Kırım
Türkleri için zorlu bir süreç başlamıştır.
(Rus elçisi Boulgakof, bir nota ile
Kırım’ın hukuken Rusya’ya ait olduğunu ve Osmanlı Devleti’nin hiçbir hak
talebinin olmayacağını belirten bir belgenin kendilerine verilmesini
istemiştir. Sadrazam Halil Hamid Paşa
başkanlığında yapılan müzakereler neticesinde, Osmanlı Devleti’nin savaşacak
mali ve askeri gücü olmadığı ve siyasi durumun da Rusya lehine olduğu gerekçe
gösterilerek istenilen “Kırım Senedi”
Ocak 1784’te Rusya’ya verilmiştir. Kırım’ın Osmanlı Devleti’nin elinden
çıkması, Osmanlı Devleti’ni oldukça olumsuz yönde etkilemiştir. Öyle ki Osmanlı
Devleti, Müslüman Türklerin yaşadığı bir toprak parçasını kaybetmiştir.)
Osmanlı hangi coğrafyadan elini çekmek zorunda kalmışsa, orada zulüm ve gözyaşı eksik olmamış... Bu Balkanlarda da, Afrika’da da, Kırım’da da böyle...
RUS ZULMÜ İLE BAŞLAYAN HİCRET
Rusların Kırım’a girmesi, Kırım’ın
yerli halkının kaderini oldukça olumsuz yönde etkilemiştir. Rus İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına
aldığı şehirler tahrip edilmiş, Kırım Tatarlarının hakları sınırlandırılmış,
yerli halk zulme maruz kalmış ve hatta sürgün edilmiş, Kırım Türklerinin
yaşadığı köylerde Ruslar iskân ettirilmiştir. Tatarlar üzerindeki demografik ve
ekonomik baskılara, yabancı bir idarenin altında yaşamanın bir sonucu olan dinî,
idarî ve psikolojik baskılar da eklenince, özellikle Osmanlı Devleti’ne olmak
üzere tam bir hicret hareketi ortaya çıkmıştır.
Rus işgalinden hemen sonra başlayan ve yaklaşık 150 sene devam eden bu hicret, 19. Yüzyılda, özellikle göze çarpan 1812, 1828-1829, 1860-1861, 1874, 1890 ve 1902 olmak üzere altı dönemde zirveye ulaşmıştır. (Bunlara ilave olarak 18 Mayıs 1944’te gece yarısı alınan kararın ardından yataklarından kaldırılarak hayvanların taşındığı vagonlara doldurularak sürgüne gönderilen 400 binden fazla Kırım Tatarı’nın acısı hâlâ yüreklerimizi sızlatmaktadır.) 1874’ten sonra, askerlik hizmetinin Tatarlar için zorunlu hâle gelmesi de göç etmeleri için önemli bir etken olmuştur. 1783-1922 arasında 1 milyon 800 bin Kırım Tatarı’nın vatanlarından sürüldüğü tahmin edilmektedir. Sürgün sırasında çoğu çocuk ve yaşlı olmak üzere milyonlarca insan susuzluk, açlık ve hastalıklar yüzünden hayatını kaybetti. Bu ardı arkası kesilmeyen göç hareketleri yüzünden Kırım Tatarları Kırım’da “vatan haini ve halk düşmanları” ve “hayat boyu yerleşimci” ilan edilerek asimilasyona tabi tutuldu. Demografik yapının değişmesi sonucu kendi topraklarında azınlık hâline geldi.
OSMANLI’DAN SONRA HUZUR KALMADI
Asırlardır bu kanayan yara, bitmeyen
bu acı hâlâ devam etmektedir. Rusların, Kırım şehirlerinde yaptıkları yıkımlar,
Türklere karşı uyguladığı sert politikalar dünya tarafından görülmedi,
görülmemeye de devam etmektedir.
19. yüzyılda Kırım’daki Türk topluluğu Tatarların ve Kırım’ın siyasi, sosyal, kültürel ve iktisadi yapısı hakkında bilgi veren Avrupalı seyyahların eserlerine yansıyan bilgilerde; bölgedeki siyasi, demografik ve iktisadi yapıdaki değişimi gözler önüne sermektedir.
SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN KIRIM
Seyyahlar
farklı sebeplerle, farklı coğrafyaları ziyaret etmiş ve gördüklerini kayıt
altına almışlardır. Geliş amaçları ne olursa olsun, seyyahlar not ettikleri
aktarımlarından, gezdikleri ve gördükleri yerler dahil toplumların gelenek ve
görenek yönünden kültürel yapılarını yabancı bir göz olarak aktarmışlar ve bu
noktada tarih ve kültür araştırmaları için de önemli olan eserler
bırakmışlardır.
Seyahat
etme ve seyahatname yazma geleneğinin özellikle 19. Yüzyıl ile birlikte giderek
artması, tarih araştırmacılarının işini kolaylaştırmıştır. Bu bağlamda 19.
Yüzyılda Kırım’a gelen seyyahların seyahatnamelerinin Kırım tarihi
araştırmalarında yeterince kullanılmamasının tespiti, Seyahatnamelerde Kırım (Batılı Seyyahların Gözüyle XIX. Yüzyılda Kırım
Türkleri) isimli eserin ortaya çıkmasında rol oynamış.
Çeşitli
sebeplerle gezip gördüğü farklı yerlerin sosyal, kültürel ve coğrafi
özelliklerini kendi bakış açılarıyla kaleme alan seyyahlar, aktardıkları yazılarda o kültüre bir dış göz olarak
baktıklarını yansıtır. Seyahatnameler,
coğrafya bilgisi vermekle beraber tarih, folklor, kültür ve dil bakımından da
önemli bilgiler sunmakta ve toplumsal yapının bütün unsurlarını içeren zengin
bir antoloji niteliğine sahip olmasından dolayı araştırma eserlerde kaynak
olarak kullanılmaktadır. Toplumların siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel,
askerî, coğrafi ve dinî konularına ışık tutan seyahatnameler, Türk tarihi
araştırmaları açısından detaylı incelemelerin yapılmasına imkân sağlamaktadır.
Osmanlı
Devleti’ne bağlıyken birçok noktada yerli kaynaklar vasıtasıyla Kırım hakkında
bilgi alabilmek mümkündür. Fakat Kırım’ın elden çıkması ile birlikte Rus işgali
döneminden itibaren Kırım’ın tarihini yansıtan ana kaynaklar da değişime
uğramıştır ve bu coğrafyanın Türk hâkimiyetinden çıkmasından sonraki durumunu
bilmek de bölgedeki Türk unsurunun varlığıyla dolayısıyla oldukça önemli bir
mevzudur. İşte bu noktada Kırım’da nasıl bir değişim olduğunu, Kırım
şehirlerindeki Türk varlığını, demografik yapıdaki değişikliği ve Kırım
Türklerinin o zamanki siyasî, sosyal, kültürel, iktisadî durumunu kavramamıza
katkıda bulunacak ana kaynaklardan biri olarak seyahatnameler ön plana
çıkmaktadır.
Kırımı ziyaret eden İbnFadlan, İbn Battuta, Carpini, Wilhelm vonRubruk, Marco Polo, GiosafatBarbaro, JohannesSchiltberger, SigismundvonHerberstein,
Baron de Tott, Peter SimonPallas, J. Reuilley, Lady Elizabeth Craven, Maria Guthrie, Edward Daniel Clarke, Mary Holderness, Robert Lyall, ReginaldHeber, C.B. Elliot, Charles Henry Scott, JhonUssher, J. BuchanTelfer ve Evliya Çelebi’nin eser ve gözlemlerinden; ağırlıklı olarak ana
kaynakların yanında yerli ve yabancı birçok araştırma eser, bilimsel makale,
tez çalışması ve internet kaynaklarından istifade eden Yağmur Derin Ükten, Seyahatnamelerde Kırım (Batılı Seyyahların Gözüyle
XIX. Yüzyılda Kırım Türkleri) kitabına beynelmilel zenginlik katmış.
Kırım Tatar Türklerinin etnik yapıları, misafirperverlikleri, siyasî düzenleri, dinî inançları, ahlâk kuralları, ölü gömme merasimleri, giyecekleri, evlenme gelenekleri, dilleri, ekonomik durumları, vergi ve ticaret sistemleri, tabii özellikleri, sosyal, kültürel ve iktisadi yapıları, hukukları, gelenekleri ve görenekleri, örf ve âdetleri, şehirleri bütün yönleriyle ele alınmış.
KIRIM DENİLİNCE YÜREĞİMİZ SIZLIYOR
İnsan seyyahların peşine düşerek
okudukları karşısında Kırım’ın gözdeleri Bahçesaray’ı,
Kefe’yi, Karasubazar’ı, Kerç’i, Sudak’ı, Aluşta’yı, Sivastopol /Akyar’ı, Balaklava’yı, Sinferopol/Akmescit’i, Alupka’yı, Perekop’u, Eski Kırım’ı, Yalta’yı, Gözleve’yi, Gurzuf’u gezip, mâziden âtiye bir ağıt
yakarak, yanık yanık seslenmek; Nâzım Hikmet Ran’ın Prag gurbetinde, “Sen şimdi yalnız saçımın akında, /İnfarktında yüreğimin, / Alnımın çizgilerindesin memleketim, / Memleketim, memleketim...” dizelerini
tâ yüreğinin en derininde hissetmek istiyor.
Kırım,
anılınca insanın göğsüne bir sancı, yüreğine mâtem çöküyor. Kırım, tarih
boyunca Türkler başta olmak üzere çeşitli kavimlere ev sahipliği yapmış bir
yarımada, stratejik ve jeopolitik öneme haiz olmanın ötesinde bir yer olma
özelliği taşıyor. Burada Kırım Tatar Türklerinin yaşadığı acılar, zulümler,
sürgünler Mekke’de yaşananların izdüşümünü hatırlatıyor.
*
Teşekkürler emeğini esirgemeden âdeta
samanlıkta iğne arayarak tarihin ötesine geçerek bu nâdide eseri ortaya çıkaran
Yağmur Derin Ükten... Teşekkürler
Karakum adına bu eseri yayına hazırlayarak okuyucuyla buluşturan Haydar Barış Aybakır...
Kırım’a sırtınızı dönmek istemiyor, “Vatan nedir?..” diye merak ediyorsanız Seyahatnamelerde Kırım (Batılı Seyyahların Gözüyle XIX. Yüzyılda Kırım Türkleri) isimli eseri Batılı seyyahların gözüyle, “Tarih Bizi Çağırıyor” özüyle lütfen okuyuverin...
HÂMİŞ:
Rus iç savaşı döneminde sık sık el
değiştiren Kırım, 1921’den 1954’e kadar Rusya Sovyet Federatif Sosyalist
Cumhuriyeti’nin, daha sonra ise Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve 1991’de
SSCB’den ayrılan Ukrayna’nın egemenliğinde kaldı. Rusya 2014’te Kırım’ı bir kez
daha ilhak etmekle kalmayıp, 24 Şubat
2022 tarihinde Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’da “özel bir askerî operasyon” ilan
etmesiyle yeni bir savaş başladı.
///////***///////
TARİHE YÖN VEREN TÜRK KOMUTANLAR
Tarih
boyunca pek çok Türk komutan, dünya askerî tarihi için bir ilham kaynağı
olmuştur. Onlar karakterlerindeki çarpıcı özelliklerin yanı sıra hem cephe
hattında hem de cephe gerisinde tatbik ettikleri planlarla, her zaman merak
edilmiş ve incelenmiş rehber şahsiyetlerdir. Ruhlarındaki önderliği ve savaş
kabiliyetlerini tam bir dengeyle uygulamış olmaları, Türk komutanları unutulmaz
bir konuma yerleştirmiştir.
Türklerin
tarih boyunca çıkarmış olduğu liderlere dair eserler ortaya konsa da harp
tarihi bağlamında biyografilere yer verilmemiş. Askerî tarih üzerine kafa yoran
akademisyen A. Sefa Özkaya, “Türk Askerî
Kültürü”nden aldığı ilhamla bazı Türk büyüklerinin “askeri yönleri”ne odaklanmış. Bunun üzerine tarih sahnesinde boy
gösteren 13 isim belirlenmiş. Mete Han’dan Atatürk’e uzanan, Türk tarihinin
belirli dönemlerinde yaşayan askerî liderlerden kesitler sunan biyografik bir
eser ortaya çıkmış.
A.
Sefa Özkaya tarafından hazırlanan “Mete’den
Atatürk’e Tarihe Yön Veren Türk Komutanlar” isimli eserde Mete Han’ın, Attila’nın, Alparslan’ın, Nizamülmülk’ün, Çaka Bey’in, Osman Gazi’nin, Murad-ı Hüdavendigar’ın, Timur’un, Fatih Sultan Mehmed’in, Yavuz Sultan
Selim’in, Barbaros Hayreddin Paşa’nın,
4. Murad’ın ve Mustafa Kemal Atatürk’ün
askerî yönleri A. Sefa Özkaya, Ahmet
Taşağıl, Ali Ahmetbeyoğlu, Altay
Tayfun Özcan, Burak Gani Erol, Cihan
Piyadeoğlu, Erkan Göksu, Feridun M.
Emecen, Hüseyin Serdar Tabakoğlu, İlber
Ortaylı, Kasım Bolat, Selim Erdoğan,
Süleyman Polat ve Uğur Altuğ gibi
alanında yetkin olan isimler tarafından kaleme alınarakKronik Kitap tarafından okuyucuyla buluşturulmuş.
“Mete’den Atatürk’e Tarihe Yön Veren Türk
Komutanlar” isimli eser hem birçok sorunun cevaplarını ortaya koyuyor, hem
de benzersiz bir askerî tarih okuması sunuyor.
///////***///////
ÂRİF OLAN ANLAR
O
bir tarihçi, o bir akademisyen, o bir hukuk tarihi profesörü, o bir seyyah, bir
yazar, o bir fenomen... Beyefendinin o kadar çok titri ve meziyeti var ki,
jonglör ustalığıyla hayatın her yerinde kullanıyor. Hele bir dili var;
Türkçeyi, Almancayı, İngilizceyi, Fransızcayı, Rusçayı ve Farsçayı öyle
tarzanca falan değil, beynelmilel konuşuyor.
Haydi
böyle meziyetleri olan bir insanla gel de aşık at. Ne mümkün efendim; böyle
birinin karşısında laf edecek olsak hemen cehaletimiz fâş olur. Hoca
sinirlendirmeye gelmez!.. O konuşacak biz dinleyeceğiz, o yazacak biz
okuyacağız!.. Uzun sözün kısası; Prof. Dr. İlber Ortaylı ne derse o!..
Ortaylı,
hem bilge hem de popülerliği becerebilen meziyetlere sahip olduğu için zaman
zaman özgüven patlaması yaşayıp, tarih ve yaşadığı topluma dair ilginç çıkışlar
yapıyor. Geçtiğimiz günlerde bir programda teke tek sohbet ederken; bilerek,
isteyerek ve dahi farkındalık oluşturmak için, “Bu Türk milleti cahildir. Tarih, coğrafya bilmezler” deyiverdi.
“Bu
Türk milleti cahildir. Tarih, coğrafya bilmezler” ifadesi hocanın ağzından
çıkar çıkmaz ekranda KJ, diyaloglarda tirat, sosyal medyada trend topic oldu.
Sosyal medyasından tutun da café/kahvehane muhabbetlerine kadar her yeri
salladı!..
Bu
millete üstten bakanın, “aptal”
diyenin haddi hesabı yok, bir de siz örselemeyin!.. Eğitim ve öğretim
sisteminin içi boşsa Türk milleti ne yapsın!..
Tamam,
entelektüelsiniz, alanınızda ender kişiliklerden birisiniz; fakat bir havasın
avam tabakasını bu kadar yermesi hoş mu?.. Aheste aheste anlattığınız tarih ve
coğrafya bilginize saygımız var. Fakat sizi besleyen, saygıda kusur etmeyen bu
azîz millete de biraz nahif davranmak icap etmez mi?..
Ne
yazsanız, ne söyleseniz ilgi görüyor; katıldığınız programlar reyting rekorları
kırıyor, yazdığınız kitaplar bestseller listesine girip baskı üstüne baskı
yapıyor.Bunlar kimlerin ilgi ve alâkası sayesinde oluyor?.. Sizin “cahil,
tarih coğrafya bilmezler dediğiniz” Türk milletinin sayesinde.
Geçen
yıl yazdığınız ve Kronik Kitap tarafından yayımlanan “Zaman Kaybolmaz” kitabınız kısa sürede 4. baskısını yapmış. Bunca
ekonomik sıkıntıya rağmen insanlar, “İlber
Ortaylı hoca yine ne yazmış...” diye merak edip, gidip çevir çevir sayfası
bitmeyen hacimli kitabınızı almış, almaya devam ediyor.
*
Hayatınızın
ilk atmış yılına tanıklık etmek, yetmiş beşinci yaş gününüze renk katmak için
sayfaların hışırtısı arasında Türkiye sevdanıza eşlik etmiş... Hamuru sağlam
insanlarla ahbap olmanıza, “Türk olarak
doğmasaydım yine Türkoloğ olurdum” ikrarınıza, Akdeniz’den Karadeniz’e
oradan Basra Körfezi’ne uzanan “Bütün
Zamanlara Yolculuk”a çıkmış...
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kırım topraklarından
kopan Şefika Hanım ve Kemal Bey’in Avusturya’da tanışarak
evlenmesi ile başlayan (21 Mayıs 1947, Bregenz) “hikâyenin öznesi” olarak sizin henüz bir buçuk yaşındayken,
Avusturya’dan İtalya’ya, oradan da gemiyle İstanbul’a gelişinize tanıklık
etmiş...
Ardından
“tarihçilik” tanımı yapmaya sıra
geldiğinde, “Aslında tarihçilik,
sanattır. Bir ilmi tarafı vardır. Ondan sonra ‘ilmin üstünde’ bir tarafı gelir” tanımlamanız
eşliğinde; sorular bir biri arkasına değil de fasıla fasıla soruldukça meraktan
kalpleri yerinden fırlayacak gibi olmuş...
“Başka Evlerin Çocuğuydum” başlığının
altında sırlanan tatlı, acı, sevinç, hüzün dahası yaşama dair hayat hikâyenize;
“ödünç” alarak okuduğunuz “Kırmızı Pabuçlar” kitabıyla birlikte
oluşan “alınan kitap verilmez”
huyunuzun zamanla hobiye dönüşmesindeki muzipliğe tebessümünü esirgememiş...
Ankara’nın
sıkıcılığına daha fazla katlanamayıp ilkokulu bitirince İstanbul’a gelip Avusturya Lisesi’nde ‘çok sıkıntı’lı günlerin ardından üç
erkek çocuklu hanenize “Nuriş”in
doğup, boy atıp, büyüyüp sizinle bir tatil beldesinden diğer tatil beldesine “Evliya Çelebi” misali seyâhat etmesini
kıskanmış...
“Tarih Dersi Kitabı Okumazdım, hatta nefret ederdim”
diyen birisi olarak liseyi bitirdikten sonra sıkıcı bulunan Ankara(’nın)
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’ndeki tahsilinizi, Yunan felsefesine,
Roma tarihine ve kültürüne merak salışınızı irdelemiş... Üniversite sonrası 12
Mart 1971 Muhtırası’nın herkes gibi sizin de hayatınızı altüst etmesine
üzülmüş...
Sonra
yine duygularınızın depreşip, Millet Kütüphanesi’ne on sekiz bin kadar yazma
eser ve kıymetli eser bağışlayan Ali Emiri Efendi’nin cenazesinde gördükleriniz
karşısında isyan eden bir adam olarak, “Bu
millet cenazeden anlamaz, bir şey bilmez...” deyişinize hayıflanıp,
arkasından ruhlara dokunduğunuz, “Osmanlı
mezarlıkları kadar zarif, güzel, insanlarla iç içe olan, insanların da gidip,
rahat edip, ‘ürpermeden oturabildiği’
bir mezarlık yok” sözlerinizle bir medeniyetin nasıl iğdiş edildiğine
şahitlik etmiş... “Son derece terbiyesiz
ve hakikaten sopalık bir toplumuz” isyanınızı tevil etmek için başını iki
elinin arasına alıp düşünmüş...
“Herkes kendi talihinin mimarıdır.
Yaşadıkları, an be an insanı oluşturur ve arkasında bıraktıkları, farkına
varmadan önüne geçer. Kader, gaipten yazılmaz. İnsan, kaderini kendi yazar” mottonuz muhakkak bir çok kişinin ufkunun açılmasına vesile
olmuş...(Hikâye uzun; “Zaman Kaybolmaz”dan
okumak lâzım!..)
*
Nilgün Uysal hanımefendinin 2003 yılının ilk günlerinde başladığı
söyleşileriyle ortaya çıkan hâtıratlarınızı, yaşam öykünüzü, hayat hikâyenizi,
bibliyografyanızı zevkle okumuş, okumaya devam ediyor...
Bu
milletin içinde “cahil” insanlar
olsa bile genelde “ârif”tir.
Cehaletimizi
bağışlayın!..
Sizi
cahil değil, ârif olan anlar.
Biz
anlayacağımızı anladık!..
///////***///////
KALBE AÇILAN KAPILAR
Nedense,
Arif Dülger ismi mevzubahis edilince aklıma “yüce gönüllü” bir insan gelir.Belki de hep zamanın hızla aktığı ve
nice güzelliklerin bu hız karmaşasında göze görünmez hale geldiği günümüzde,
durup dingin bir bakışla o kaybolmaya itilen güzellikleri imlemek, haklarını
teslim etmek gerektiği vefasını gösterdiği içindir.
“Ârif” olmak kolay değil, hele “dülger”lik her babayiğidin harcı
değildir. Bunları ancak halden anlayan, Hakkı hakkı ile tanıyan ve bilen “ârif” ve ahşabı evire çevire sanata
dönüştüren “dülger” olan anlar.
Âriflikmârifettir.
Demem o ki, Ârif anlatılmaz; ârif anlatır, biz dinleriz. O, vefa yolculuğuna
çıkar biz izleğinden yürürüz.
Arif
Dülger, Beyan Yayınları arasında çıkan “Kalbe
Açılan Kapılar/Kitaplar” isimli eserinde öyle ulu bir yolculuğa çıkmış ki,
buram buram vefa kokuyor.
Çağdaşları
olan yazar ve şâirlerin dilimize, edebiyatımıza, duyarlılığımıza ve beşerî
sosyal sermayemize katkılarını kayda geçirerek, kalplere açılan kapılar için
anahtar sunmuş. Bize sadece o anahtarı alıp, kayıpı açtıktan sonra huzura
varıp, diz kırarak ulular meclisinde konuşulanlara kulak kesilmek kalıyor.
Tıpkı, yazdığı gibi yaşayan “Diriliş
Şairi” Üstad Sezai Karakoç’un “Gündönümü”nde
“binbir çiçeği dolaşarak kendine
gerekeni toplayıp onların özünü seçen arı olmak” gibi...
Arif
Dülger de, “özünü seçen arı” misâli
fikir, düşünce, edebiyat dünyasında iz bırakmış, birbirinden nâdide yazar ve
şâire vefa göstermiş. Dülger’in kılı kırk yararak kaleme aldığı “Kalbe Açılan Kapılar/Kitaplar” isimli
eserinde “ben” yerine “biz” diyerek gönül dünyamızı ısıtan ve
ışıtan isimleri misafir etmiş. Ahmet Kabaklı’danAlâaddin Soykan’a, Ali Nar’dan
Bünyamin Durali’ye, Cafer Turaç’tan Gizem Şirin’e, Hanefi İspirli’den Hicabi
Kırlangıç’a, Mürsel Sönmez’den Nurettin Durman’a ve daha uzayıp giden listede
yirmi iki çağdaş yazar ve şâirin hayatına dokunmuş. Bahse konu şahsiyetlerin
fotoğraflarını, geniş açıdan ve bütünlüklü olarak görmemize kapı aralamış.
“Kalbin anahtarı nedir?..” sorusuna
yüzyıllarca mütefekkirler, sanatçılar, ilim insanları, felsefeciler cevap
aramışlardır. İnsanlığın huzur arayışının serüvenidir bir bakıma kalbin
anahtarını aramak. “Kalpler ancak
Allah’ın izniyle mutmain olur; huzur bulur” denilmişse eğer cüzzîirâdenin
Küllî İrâde’ye teslim olmaktan başka çaresi yoktur.
Yolun,
hakikatin başı buysa eğer; etrafa aşk ile bakmak, anahtarı yaratılanların en
şereflisinde aramak, bulunduğunda ise her daim kadir kıymet bilmek gerek.
Nasıl? Tıpkı Arif Dülger ağabeyin yaptığı gibi “Kalbe Açılan Kapılar”dan girerek, gönüllere dokunarak...
///////***///////
KÜRESEL ŞEHİRLER VE İSTANBUL
Küreselleşme,
Şehir Kavramı ve Şehir-Küreselleşme Etkileşimi, Küresel Şehirler, Küresel şehir
Endeksleri ve İstanbul’un Konumu,İstanbul’un Konumunun Güçlendirilmesine
Yönelik Çalışmalar başlıkları altında Prof. Dr. Recep Bozdoğan tarafından
kaleme alınan ve İstanbul Ticaret Odası Yayınları’nca okuyucuyla buluşturulan “Küresel Şehirler ve İstanbul” isimli
eserde İstanbul’un neresi olduğu, uçsuz bucaksız bir coğrafyanın içinde
barındırdığı nâdide zenginlikleriyle tarif ediliyor.
O
İstanbul ki, tarihin ve coğrafyanın kendine yüklediği kutlu misyona adanmış bir
şehir. Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmakla birlikte, tarihin
coğrafyayla, kültürün medeniyetle buluştuğu yer. Dersaadet, vatanımızın
ziyneti, tarihimizin serveti ve milletimizin gözbebeği. Türkiye’nin en büyük
markası, ekonominin başat aktörü ve kültürlerin membâsı.
Bu
kutlu şehri ne kadar tarif etsek eksik, ne kadar yazsak kifayetsiz.
*
Günümüzden
on bin yıl önce Çatalhöyük ve Çayönü gibi yerleşim birimlerinde başlayan toplu
yaşam, 3 bin yıl içinde yavaş yavaş gelişerek kentsel karakter kazandı. Bir
şemsiye kavram olarak ortaya çıkan küresel şehir kavramı, New York’tan
Jakarta’ya, Londra’dan Sao Paulo’ya, Tokyo’dan İstanbul’a, Paris’ten
Johannesburg’a kadar uzanan onlarca şehri içine almaktadır.
Bilimin,
kültürün, sanatın, toplumsal aktivitelerin, sporun, siyasetin, diplomasinin ve
dünya ölçeğinde önem taşıyan birçok faaliyetin üst seviyede yürütüldüğü küresel
şehirler, insanlığı yönlendiren değerlerin üretildiği ve önemli kararların
alındığı stratejik noktalardır.
Asırlar
boyunca tüm dünyaya hitap eden bir güç merkezi olan İstanbul, günümüzde Doğu
Avrupa’nın, Batı Asya’nın ve Kuzey Afrika’nın en büyük ekonomisi olmasına
rağmen, hak ettiği konumda değildir. Oysa İstanbul’un tarihi derinliğini
bilenler, bu şehrin hakkının küresel ekonominin zirvesi olduğunu da bilir. Bu
anlamda İstanbul’un küresel düzeydeki rakiplerinin etüt edilmesi gerekir.
Bu
amaçla yola çıkan Prof. Dr. Recep Bozdoğan, “Küresel Şehirler ve İstanbul” isimli eserde, bir taraftan dünyanın
önde gelen küresel şehirlerini 10 farklı endeksteki performansları üzerinden
incelerken, diğer taraftan da İstanbul’a dair kapsamlı bir analiz yapıyor.
Küreselleşmenin yüzyılları aşan tarihî gelişiminin bir ürünü olarak ortaya çıkan küresel şehirlerin incelenmesi, elbette yoğun emek isteyen bir çalışmadır. Prof. Dr. Recep Bozdoğan tarafından kaleme alınan “Küresel Şehirler ve İstanbul” isimli eser, kendi alanında Türkiye’de hazırlanmış en kapsamlı çalışmalardan biri olma özelliğini taşıyor.