Beraber Islandık Yağan Yağmurda…
İnsanoğlu geçmişte yaşamayı ve
bugünden şikâyetçi olmayı seviyor.
Şâire, “Geçmiş zaman olur ki
hayali cihan değer,
Bir an acı duyar insan, sevmişse biraz eğer” dedirten duygu.
*
Bende
de böyle bir hâl var elbet, geçmişi özlüyorum çoğu vakit.
Meselâ…
Zulmün
kol gezdiği “28 Şubat günleri”
özlenir mi?..
Özleniyor
işte, büyük konuşmayacaksın!..
*
O
yıllarda benim için çok şey yeniydi.
Pek
güzel hisler içindeydim.
Öncelikle…
Saflar
belli gibiydi.
Sayın
Cumhurbaşkanı’nın da şikayetçi olduğu “at
izinin it izine karışması” gibi bir durum, o günlerde kafalarımızı
kurcalamıyordu.
İki
taraf vardı:
Zâlimler ve mazlumlar.
Bizler,
var gücümüzle mazlumlara destek vermeye çalışıyorduk.
Bu
elbette çok zordu, birçok tehlikeyi göze almayı, bedel ödemeyi gerektiriyordu.
Üstelik,
“maddi açıdan” hiçbir vaadi de
yoktu.
Aksine…
Kaybettiriyordu!..
*
Muhterem
Mustafa Karahasanoğlu önderliğindeki ekibimizle gece gündüz çalışır; “Hayra motor, şerre fren olalım” diye
kendimizi unuturuk.
Haklarını
helâl etsinler, ailelerimizi unuturduk.
Çok
başka günlerdi…
Bizler…
Yani…
28
Şubat darbecilerine karşı olan gazeteciler, “duyarlı medya mensupları” olarak sık sık “istişare” için bir araya gelir, “ortak dil” arayışı içinde olurduk.
O
günlerde, aramızdaki sohbetler ağırlıklı olarak, “ümmetin, milletin sıkıntıları” üzerineydi.
Memleketin
içinde bulunduğu zor durumdan kurtarılabilmesi için neler yapılması gerektiği
üzerine konuşur, dertleşirdik.
Öyle,
“para pul, rant ara rant bul”
mevzuları gündemimizde hiç ama hiç yoktu.
Sokaktaki
vatandaşın bu kadar derdi varken, memleket zulüm altında inlerken, “şahsî”, hele de “maddî”
meselelerimizi gündeme getirmeyi “ayıp” addederdik.
Daha
doğrusu, aklımızın ucuna bile getirmezdik!..
O
günlerde “parti, dernek, vakıf, sendika,
dergi, gazete, her ne ise”
gerçekten de birer araçtan ibaretti bizim için.
“Hakkı hâkim kılma mücadelesi”nin
araçları…
*
O
günlerde de aramızda “çekişmeler,
kavgalar” olurdu ama, bunların çok büyük bölümü o “araçların” daha etkin bir şekilde çalışmaları için olurdu.
Öyle
zor günlerdi ki onlar, “dedikoduya” vaktimiz
yoktu.
Öylesine
hışımla saldırıyorlardı ki, “şeytan
taşlamaktan tavaf etmeye vakit bulamadığımız” oluyordu.
Atalarımız,
vaktinde kendilerinden 10 kat büyük güçlere karşı büyük zaferler kazanmalarıyla
ünlüdür.
Bizim
karşımızdaki “medya devlerinin” her
biri, bizden belki bin kat, belki de
yüzbin kat büyüktü.
Üstelik,
“topyekûn” gelirlerdi üzerimize.
“İri Gazete”nin “Topyekûn Savaş” manşetini unutmak ne
mümkün!..
*
O
günlerde…
Gazetemiz
gazete gibiydi, derneğimiz dernek gibi, vakfımız vakıf gibi, sendikamız sendika
gibi, partimiz parti gibi, vesaire, vesaire…
Her
bir unsur, “adam gibi” mücadelesini
verirdi.
Sayımız
çok değildi ama yüreklerimiz toplu atınca sesimiz gür çıkardı.
*
O
günlerde ne güzel eylemlerimiz vardı.
Dünyanın
bütün zâlimlerine kafa tutan o “muhalif
ruh”la bir araya gelir, “ekmek arası
domates, peynir” zenginliğindeki sofralarımızda gönül dolusu sohbetlere
girişirdik.
“El ele vererek”
gönül zincirleri oluşturur, bizi “bastırmak”
için görevlendirilen “polislere”
karanfiller uzatırdık.
Sanatçı
Eşref Ziya Terzi”ye “Ağlama Karanfil”i yazdıran ruh, o
ruhtu işte.
Öylesine
zarif, öylesine heybetli.
O
günlerde ne güzel “karanfillerimiz”
vardı.
“Feminizm” denilen “ayrılıkçı” ideolojiye de, “karanfillerimizin” hayatlarını
karartmak isteyen “etiketli zorbalara”
da hep birlikte karşı çıkardık.
O
günlerde, benim için çok şey yeni sayılırdı.
İmam
hatipli değildim.
Bu
güzel insanların arasına girmemin üzerinden çok uzun vakit geçmemişti.
“Gelenekle” kökten irtibatım
yoktu ama kısa sürede gönülden bağlanmıştım.
O
günlerde, nerede bir “zâlim” varsa
üzerine üzerine gitmeye gayret ederdim.
Herkesin
gelişmiş ve gelişmemiş tarafları vardır mutlaka, bende de “medenî cesaret” tarafı öne çıkardı.
Her
kesimin fikir, tavır sahiplerine gider...
Herkesi
“bana konuşmaya” adeta zorlardım.
28 Şubat zorbaları, beni karşılarında görmekten
bıkmış usanmışlardı.
Onları
bıktırasıya tâkip ederdik, hem de ne imkânsızlıklar içinde.
Belediye
otobüsleriyle gidilen haberlerin zevki bambaşkaydı, nerede şimdiki gibi özel
şoförler…
“Hoş şoför özel, her şey çok güzel”
olunca, habere de gidilmiyor pek!..
Masa
başı;
Çek
manşeti, ver mehteri!..
*
Buraya
kadar “dünü niçin bu kadar çok
özlediğimi” biraz olsun anlatabilmişimdir herhalde.
Bugünün
tablolarını gözlerinizin önüne serebilirim de…
Buna
gerek yok gibi.
Olanı
biteni hepiniz görüyorsunuz…
“Hasbîlik, hesabîlik”
bakımından ne hallerde olduğumuzu hepiniz biliyorsunuz.
İşte
efendim, böyle…
Şarkısı
var hislerimizin:
“Beraber yürüdük biz bu yollarda,
beraber ıslandık yağan yağmurda!”