Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
25 Temmuz 2013

Benim Adım Khan

"Benim adım Khan" filmi orijinal ismiyle "My name is Khan", 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika Birleşik Devletlerinde artan İslamafobi'yi anlatıyor. 2010 tarihinde vizyona giren bu filmi ilk izlediğimde Batı, sadece İslam dinine mensup insanlara değil kendisinden olmayan "Yahudi ve Hristiyan" dışındaki bütün ırklara da düşmanlık beslemektedir. Bu Hindu, Japon, Koreli, Çin olur, hiç fark etmiyor.

Filmin, öne çıkan teması hasta bir adamın, tüm dünyada olan "Terör, Savaş, Nefret ve Düşmanlığa" karşı yaptığı savaşı anlatıyor olsa da asıl olarak "İslam bir terör dini değil ve Müslümanlar da terörist değildir." felsefesi üzerine kurgulanmıştır.

Filmimize dönersek içerik olarak şu anekdotları zikredebiliriz; Rızvan Khan, küçüklüğünü annesiyle ıssız bir yerde geçiren bir Müslüman'dır. Annesi öldükten sonra Amerika'ya küçük kardeşinin yanına gider. Orada tanıştığı ve aşık olduğu Mandira adında dul ve Hindu bir kadın ile evlenir. Rızvan Khan aynı zamanda da Asperger sendromu hastasıdır. Bu hastalık Otizm rahatsızlığının bir çeşididir ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. 11 Eylül saldırılarından sonra Mandira'nın oğlu faşist kesimler tarafından dövülerek öldürülür. Çocuğun öldürülme sebebi, annesi evlendikten sonra Khan soyadını almış olmalarıdır. Bunun üzerine Mandira Rızvan'i evden kovar. Rızvan ne zaman geri gelebileceğini sorunca, Mandira ona Amerika Birleşik Devletleri başkanına gidip, adının Khan olduğunu ama bir terörist olmadığını açıklamasını ve ondan sonra geri gelmesini söyler. Rızvan hastalığı dolayısıyla bunu ciddiye alır ve yolculuğuna başlar. Başkan ile buluşmadan geri dönmeyecektir ve ona diyecektir ki: "Sayın Başkan, benim adım Khan ve ben bir terörist değilim."

Khan'ın kendisinin masum olduğunu ispatlayabilmesi gerçekten bir çok meşşakati de beraberinde getiriyordu. Biz Khan'ın şahsında İslam'ı terorize etmek isteyen sözde Müslümanları da gördük. Aslında bu sözde Müslümanları yönlendiren daha doğrusu yöneten İslam düşmanı mihraklardır. Ve bu halen devam ediyor. Khan'ın ABD başkanını görmek gittiği her yerde ve her şartta namaza sarılması, dikkat edilmesi gereken bir husustur.

Khan, Hristiyanların Afrika'da açlıktan ölen insanlar için bir yardım kampanyası organize ettiği ve bu organizasyonun toplantısına ABD başkanın da katılacağı öğrenince toplantıya iştirak etmek ister. Sekreterya, akredite için Khan'dan 500 dolar ister. Khan parayı hemen uzatır. Ondan sonra can alıcı soruyu sorar. "Siz hangi kliseye üyesiniz." Khan, herhangi bir kliseye üye olmadığını söyleyince sekretarya ona parayı geri vermek ister. Çünkü toplantıya sadece kliseye üye olan Hristiyanlar katılabiliyormuş. Khan bunun üzerine parayı masaya fırlatır ve "o zaman bu parayı Afrika'da Hristiyan olmayan insanlara verin." der.

Khan'ın bu duruşu aslında geçtiğimiz yıl Somali'ye yapılan yardımlarda Batının iki yüzlülüğünü gördük. Orada ötekileştirme söz konusuu2026Bir yardım yapılacaksa da biz yaparız mantığı yani. Acizane fikrim bu epizptta Khan'ın şahsında Müslüman Türkiye'yi görüyorum. Orada başbakanından tutun Ana Muhalefet başkanına kadar Müslüman bir Türkiye, Kızılay'dan İHH'ya kadar Müslüman bir Türkiye halkı tüm zamanların en büyük yardımını yaparken oraya dünyanın yaptığı yardımın da kat kat üstünde bir yardım yaptı. Bunun sonucu olarak ölüm sınırında olan binlerce Somalili Müslüman hayata tutunmuştur.

Filmin Yönetmeni Karan Johar'la yapılan bir söyleşide kendisi "My Name is Khan filminde, Hinduların ve Müslümanların hiç olmadıkları kadar birlik oldukları bir zamanda bu filmi çektiklerini, Hindistan'ın birlik olması çok büyük anlam taşıyor ve ben bu duruma şahitlik yapabildiğim için çok mutluyum. Herkes terörün bir dini olmadığını ve asla olmayacağını biliyor. Bir film yapımcısı olarak, sosyal bir sorumluluğum, görevim olduğunu biliyorum ve bu görevimi yerine getireceğime dair söz veriyorum." Demişti.

Yönetmenin bu sözleri bizi bir yüzyıllık geçmişe götürüyor. Bir asır önce İngilizler, Asya Alt Kıtası'nda hakimiyetlerini giderek kaybetmeye başlayınca, Hindistan'ı parçalama fikrini uygulamaya koydular. Müslüman nüfusun ayrı bir ülkesi olması düşüncesi ile 1947 yılında Hindistan'da çalışmalar başlatıldı ve Muhammed Ali Cinnah önderliğinde Doğu ve Batı Pakistan kuruldu. Ayrılma süreci sancılı oldu. İki taraftan bir milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Daha sonra 1971 yılında Doğu Pakistan Bangladeş olarak Hindistan'dan ayrılacaktı.

Pakistan ve Bangladeş'in Hindistan'dan ayrılmasını Müslüman düşünürlerce heyecanla karşılanmıştı. Fakat geldiğimiz noktada şu hesabı yapamadılar Bangladeş'in nüfusu 140 milyondur. Halkının yüzde % 85'i Müslüman'dır. Pakistan'ın nüfusu 160 milyonu aşmıştır. Şu an nüfusu 1 Milyar 125 Milyon olan Hindistan'ın da yüzde 12'si Müslüman'dır.

Eğer Hindistan'da yaşayan Müslümanlar iki ayrı devlet kurarak Hindistan'dan ayrılmasalardı, bugün Hindistan dünyanın en büyük nüfusuna sahip ülkesi olacak ve halkının yarısı da Müslümanlardan oluşacaktı. Son yıllarda büyük gelişme kaydeden ve giderek güçlenen Hindistan gibi büyük bir ülkenin nüfusunun yarısının Müslüman olmasının elbette bölge üzerinde bir ağırlığı olacaktı. İşte Batılılar, bunu öngördükleri için yol yakınken Hindistan'ı böldüler.

Bir İngiliz oyununa gelen Müslümanlar o dönemde moda olan "freedman and national" hastalığına yakalandılar. Aynı Hastalık Osmanlı Coğrafyasında da terennüm etmedi mi. Yirmi iki devlet kurulmadı mı. Osmanlı Bakiyyesi Cezayir'de, Bosna'da soykırım yaşanmadı mı. Ve bugün Suriye'de soykırım yaşanmıyor mu. Oysa Hindistan'ı İngilizlerden kurtaran Gandi, ülkesinin üç parçaya bölünmesine engel olamamıştı.

Muhammed Ali Cinnah, Pakistan'ı Hindistan'dan ayırırken Gandhi ona yana yakıla şöyle der ve adeta inler:

"Cinnah! Bir bıçak al ve başıma koy, beni tepeden tırnağa ikiye böl ama Hindistan'ı bölme."

BİR KİTAP OKUDUM:

Yazar Hasan Baydilli'nin "Bir Yanım Siverek adlı kitabı" yakın dönem Doğuda siyaset ve devlet idaresinde bulunan idealist insanların hayatından bir kesit sunması bakımından okunmaya değer. Özellikle "Tenekeci Yaşar ve Sakine (Fümya) Abla" hikayeleri orijinal. Fakat kitap; makale, deneme, hikaye, gezi, hatırat türlerinin hepsini bir arada ihtiva ettiği için edebu00ee ve ebedu00ee yönden zayıf bir görüntü vermiştir. Yazar, yazı hayatında edebu00ee ve ebedu00ee bir yolda devam etmek istiyorsa eleştiri mekanizmasını işletmesi gerekiyor.