"Beni de Koynunuza Alın Hatıralar "
Hatıraların
pembeleştirdiği bir zaman kesiti, film şeridi gibi bir bir kafamdan geçerken,
dilim ise geçmişten izler taşıyan şarkının yalvarış ifade eden mısraını
mırıldanıyordu:
"Beni de alın koynunuza hatıralar"
Dilime
nereden düşmüştü, şimdi tam çıkaramadığım, hepsi de birer rüya olan o günlerin,
tatlı, munis ve muhabbetli vakitlerinde yaşananları bir yalvarış şeklinde dile
getiren bu mısra... Radyodan dinlemiş olabilirim. Ya da hatıralarıyla baş başa
kalmış bir yazın adamının, hatıralardan başka sığınacak mekânı kalmayan bir
şairin, hayatının mâziye intikâl etmiş dönemleri hakkında kaleme aldığı bir
yazısında da okumuş olabilirim. Her neyse... Bu mısraın bendeki
çağrışımlarından söz edeyim biraz...
Yalnız
doğan insan, her ne kadar, ömrünün değişik dönemlerinde sayısız kişiyle beraber
olsa dahi, yıllar geçtikçe, bu kalabalıklar; ölenler, yitenler ve terk
edenlerle birlikte gitgide azalıyor ve nihayet, doğarken yanında olan
yalnızlığıyla baş başa kalıyor yine... Burada yalnızlık, yukarıda bir yerde de
şair kelimesi geçince, birden Peyami Safa’nın “Sokakta Kalan Şair" adlı hikayesi geldi aklıma...
Yazar,
parasızlıktan gidecek yeri olmayan ve sokakta gecelemek zorunda kalan bir şairi
anlatıyor hikâyesinde. Hikâyede geçen şu cümle çok rahatsız edici. Hele bugün
fazlasıyla geçerli olduğunu düşününce bir de: "Ben bir istiridyeye benziyorum. İnsanlar benim içimdeki inciyi,
kabuğumdaki sedefi alıyorlar, beni ya atıyorlar yahut yiyorlar."
Tekrar
hatıralara dönelim. Hemen her insanın hatıra olarak anlatacak bir şeyleri
mutlaka vardır. Bu hatıraların çoğunun birbiriyle benzer noktalar taşıdığını da
ekleyelim bu arada...
Benzer olan bu hatıralardan ilk akla geleni
askerlik hatıralarıdır. Bir yerde otururken, söz dönüp dolaşıp askerlikten
açılmaya görsün... Masayı çevreleyen sandalyeleri dolduranlar; büyük bir
sabırsızlıkla söz sırasının kendilerine gelmesini beklerler. Hatta, dirhemle
kelâm edenlerin bile, konunun çekiciliği karşısında dilleri çözülür, adeta
bülbül kesilirler. Hele bazıları, söz sırasının kendilerine gelmesini bile
beklemeden, pat diye düşerler sohbetin ortasına ve bir daha da susturmak zordur
o kişiyi. Askerlik dönemine ait hatıralar, bazen bire beş, bire on katılarak
anlatılır etraftakilere... Çünkü, anlattıklarının doğru olup olmadığını test
etmenin imkânsızlığını o da Çarı bildiğinden, yaşadıklarının yanında
yaşamadıklarını da ve hatta başkalarının başından geçenleri de kendi başından geçmişçesine
anlatır muhterem... Dinleyenlerin yuttuğunu sanır belki ama... Olsun, öyle
olmasa bile, söze giremediği başka konular yanında, kendini dinletecek bir konu
bulmuştur ya şu anda. Önemli olan da
budur zaten...
Benim
askerlikle ilgili en önemli hatıram rahmetli babacığımla ilgilidir. Yıl 1987,
Denizli’de kısa dönem askerim. Ramazan Bayramı ve askere çarşı izin verilmiş.
Çoğu kişinin yakınları gelmiş ve çıkış yeri çok kalabalık… Bu görüntüyü
kenardan seyrediyorum hüzünlü bir yüz ifadesiyle… Canım hiç çarşıya çıkmak
istemiyor. İşte o anda adım anons ediliyor. Büyük bir hayret içerisinde koşarak
gidiyorum ismimin anons edildiği yere… Ziyaretçimin olduğunu söylüyorlar. Büyük
bir merak içerisinde kapıya doğru koşuyorum. Bir ne göreyim; rahmetli babam
gelmiş. Onu görünce dünyalar benim oluyor adeta. Neyse; sarılıyorum, o baba
kokan ellerinden hasretle öpüyorum. Bizi pek seyrek öpen babam da beni öpüyor.
Çarşıya çıkıyoruz. Dolaşırken ezan okunuyor. Babam; -Oğlum şurada abdest alıp
namazı kılalım, diyor. Hemen yakındaki camiye gidiyoruz ve şadırvanda abdest
almaya başlıyoruz. Az sonra babam cebinden para çıkarıyor ve bana veriyor. O
arada gözlerim babamın ayakkabılarına takılıyor. Ayakkabılarından birinin
kenarından yırtık olduğunu görüyorum. Verdiği paranın bir kısmını cebimden
çıkararak; -Baba ayakkabın yırtılmış, hadi gidip sana ayakkabı alalım, diye
ısrar ediyorum. Fakat babam, -Yok oğlum yok, bu ayakkabı beni memlekete
götürür, sen askersin, para lazım olur, diyerek buna bir türlü yanaşmıyor.
Sonunda da onun dediği oluyor ve babam o yırtık ayakkabıyla yola koyuluyor.
Arkasından hüzünle bakarken içimden şu cümle geçti: “İşte baba olmak böyle bir
şey demek ki.” Bu hatıra aklıma her geldiğinde gözlerimden yaş dökülür.
Bir
de öğrencilik günlerimizle ilgili olanları vardır hatıraların... Kimi güldüren,
kimi, bugün bile hatırlandığında insanı hüzne gark eden ve de duygu dünyamızdan
izler taşıyanları...
Başka...
Dönem dönem ele alırsak, çocukluğumuzla, ilk gençliğimizle,
arkadaşlıklarımızla, yaşadığımız çevreyle, oturduğumuz muhitle, büyüklerden
dinlediklerimizle, konuştuklarımızla, başkalarının anlattıklarıyla ve
okuduklarımızla ilgili olarak zihnimizde kalanların hepsi de hatıralar
şeridinin acı tatlı birer parçasıdırlar.
Çocukluğumuz
dedikte... O günlerin en tatlı, çocuk ruhumuzda iz bırakan en hoş çizgileri
faytonlar... Erzurum sokaklarını arşınlarken, atların ayaklarından çıkan sesler
bugün bile kulaklarımızda çınlamaktadır. Hele de faytonun arkasına binmeye
çalışan birini görüp de sabretmek ne mümkün. Biraz hasetle, biraz da muziplik
olsun diye faytoncuya seslenilir: "-Emi,
arkaya kamçı..."
Toprak
damlı evlerin bacalarında oynanan oyunlar, uçurulan kuşlar, edilen sohbetler,
hatıralar tazelendiğinde hâlâ dile getirilip, hâlâ anlatılmakta değil midir?
Hatıraların izini sürerken, o zamanların,
ağızda tat bırakan "Radyolu Günler"inden
bahsetmeden geçmek olur mu? Çocukluğumuzda, dinlenme grafiğinin dorukta olduğu
son zamanlarına yetiştiğimiz radyo; türküleriyle, arkası yarınlarıyla, radyo
tiyatroları, haberleri ve eğlence programlarıyla, geçmişin o samimi ortamına az
mı katkıda bulundu.
Ciddi
ve seviyeli yayın yapmayı ilke edinmiş yayın kuruluşunda bütün bu
söylediklerimiz bugün de devam etmekte. Ama eskisi kadar ilgiye muhatap
olmadığı da bir gerçek. Buna sebep; toplumun ölçülerindeki bozulma mı, yoksa
beyaz cama olan anlamsız ve anlaşılmaz tutku mu, yoksa radyonun bazı alanlarda
kendini yenileyememesi mi? Her üç sebebinde, durumun bu şekle dönüşmesinde payı
olduğu muhakkak. Gerçi; vefalılarının radyoyu hiç terk etmediklerini de bu
arada eklemeden geçmeyelim.
Kendine
has özellikler taşıyan, yaşanıp geçtikten sonra güzel görünen dönemlerimizin
içinde; okuduklarımız, bilgi ve kültür dünyamızı şekillendiren, düşünce
ufkumuzun ilk yapı taşları olan kitaplar ayrı bir değer, ayrı bir anlam taşır.
Bugün bile yeri geldikçe, çocukluğumuza, ilk gençlik dönemimize ait bu
kitaplarda okuduklarımızdan zihnimizde kalanları dile getirmekten geri
durmayız. Çizgi romanlarla haşır neşir olunan günlerin dahi, bizde epeyce iz
bıraktığını, düşününce daha iyi anlarız.
Her
hatıranın büyüklüğü ve ilgilendirdiği çevre, hatıra sahibinin hayat çizgisiyle,
hayatına sığdırdığı olaylarla yakından ilgilidir. Zikzaklar içerisinde,
çalkantılar arasında tükenen ömürlerin sahibi kişilerin anlattıkları elbette ki
daha çekicidir ve belki tarihe kayıt düşmektir de aynı zamanda...
Ne
yazık ki, hayatı bu şekilde yaşayanların ekserisi şahidi oldukları olayların
hafızalarında kalanlarıyla beraber ötelere hicret etmeyi tercih etmişlerdir
çoğu kere... Bir başka ifadeyle, bizim milletimizin büyükleri hatıralarını
kayda geçirme gibi bir alışkanlığa sahip değildirler ki; evlatları onları
okusunlar ve benzer olaylarla karşılaştıklarında nasıl davranmaları gerektiği
hususunda fikir sahibi olsunlar hiç olmazsa...
Hatıralara
methiye de dizsek, ağıtta yaksak ne bizi koynuna alacakları var ne de geçmişi
yeniden yaşatacakları... Onlar artık geçmişin derinliğinde birbirleriyle sükûtu
paylaşarak uyumakta ve ara sıra kendilerini yâd edenlerin dillerinde
yaşamaktalar.