Dolar (USD)
35.33
Euro (EUR)
36.56
Gram Altın
3006.87
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
07 Ocak 2025

​"Beni de Koynunuza Alın Hatıralar "

Hatıraların pembeleştirdiği bir zaman kesiti, film şeridi gibi bir bir kafamdan geçerken, dilim ise geçmişten izler taşıyan şarkının yalvarış ifade eden mısraını mırıldanıyordu:

"Beni de alın koynunuza hatıralar"

Dilime nereden düşmüştü, şimdi tam çıkaramadığım, hepsi de birer rüya olan o günlerin, tatlı, munis ve muhabbetli vakitlerinde yaşananları bir yalvarış şeklinde dile getiren bu mısra... Radyodan dinlemiş olabilirim. Ya da hatıralarıyla baş başa kalmış bir yazın adamının, hatıralardan başka sığınacak mekânı kalmayan bir şairin, hayatının mâziye intikâl etmiş dönemleri hakkında kaleme aldığı bir yazısında da okumuş olabilirim. Her neyse... Bu mısraın bendeki çağrışımlarından söz edeyim biraz...

Yalnız doğan insan, her ne kadar, ömrünün değişik dönemlerinde sayısız kişiyle beraber olsa dahi, yıllar geçtikçe, bu kalabalıklar; ölenler, yitenler ve terk edenlerle birlikte gitgide azalıyor ve nihayet, doğarken yanında olan yalnızlığıyla baş başa kalıyor yine... Burada yalnızlık, yukarıda bir yerde de şair kelimesi geçince, birden Peyami Safa’nın “Sokakta Kalan Şair" adlı hikayesi geldi aklıma...

Yazar, parasızlıktan gidecek yeri olmayan ve sokakta gecelemek zorunda kalan bir şairi anlatıyor hikâyesinde. Hikâyede geçen şu cümle çok rahatsız edici. Hele bugün fazlasıyla geçerli olduğunu düşününce bir de: "Ben bir istiridyeye benziyorum. İnsanlar benim içimdeki inciyi, kabuğumdaki sedefi alıyorlar, beni ya atıyorlar yahut yiyorlar."

Tekrar hatıralara dönelim. Hemen her insanın hatıra olarak anlatacak bir şeyleri mutlaka vardır. Bu hatıraların çoğunun birbiriyle benzer noktalar taşıdığını da ekleyelim bu arada...

Benzer olan bu hatıralardan ilk akla geleni askerlik hatıralarıdır. Bir yerde otururken, söz dönüp dolaşıp askerlikten açılmaya görsün... Masayı çevreleyen sandalyeleri dolduranlar; büyük bir sabırsızlıkla söz sırasının kendilerine gelmesini beklerler. Hatta, dirhemle kelâm edenlerin bile, konunun çekiciliği karşısında dilleri çözülür, adeta bülbül kesilirler. Hele bazıları, söz sırasının kendilerine gelmesini bile beklemeden, pat diye düşerler sohbetin ortasına ve bir daha da susturmak zordur o kişiyi. Askerlik dönemine ait hatıralar, bazen bire beş, bire on katılarak anlatılır etraftakilere... Çünkü, anlattıklarının doğru olup olmadığını test etmenin imkânsızlığını o da Çarı bildiğinden, yaşadıklarının yanında yaşamadıklarını da ve hatta başkalarının başından geçenleri de kendi başından geçmişçesine anlatır muhterem... Dinleyenlerin yuttuğunu sanır belki ama... Olsun, öyle olmasa bile, söze giremediği başka konular yanında, kendini dinletecek bir konu bulmuştur ya şu anda. Önemli olan da budur zaten...

Benim askerlikle ilgili en önemli hatıram rahmetli babacığımla ilgilidir. Yıl 1987, Denizli’de kısa dönem askerim. Ramazan Bayramı ve askere çarşı izin verilmiş. Çoğu kişinin yakınları gelmiş ve çıkış yeri çok kalabalık… Bu görüntüyü kenardan seyrediyorum hüzünlü bir yüz ifadesiyle… Canım hiç çarşıya çıkmak istemiyor. İşte o anda adım anons ediliyor. Büyük bir hayret içerisinde koşarak gidiyorum ismimin anons edildiği yere… Ziyaretçimin olduğunu söylüyorlar. Büyük bir merak içerisinde kapıya doğru koşuyorum. Bir ne göreyim; rahmetli babam gelmiş. Onu görünce dünyalar benim oluyor adeta. Neyse; sarılıyorum, o baba kokan ellerinden hasretle öpüyorum. Bizi pek seyrek öpen babam da beni öpüyor. Çarşıya çıkıyoruz. Dolaşırken ezan okunuyor. Babam; -Oğlum şurada abdest alıp namazı kılalım, diyor. Hemen yakındaki camiye gidiyoruz ve şadırvanda abdest almaya başlıyoruz. Az sonra babam cebinden para çıkarıyor ve bana veriyor. O arada gözlerim babamın ayakkabılarına takılıyor. Ayakkabılarından birinin kenarından yırtık olduğunu görüyorum. Verdiği paranın bir kısmını cebimden çıkararak; -Baba ayakkabın yırtılmış, hadi gidip sana ayakkabı alalım, diye ısrar ediyorum. Fakat babam, -Yok oğlum yok, bu ayakkabı beni memlekete götürür, sen askersin, para lazım olur, diyerek buna bir türlü yanaşmıyor. Sonunda da onun dediği oluyor ve babam o yırtık ayakkabıyla yola koyuluyor. Arkasından hüzünle bakarken içimden şu cümle geçti: “İşte baba olmak böyle bir şey demek ki.” Bu hatıra aklıma her geldiğinde gözlerimden yaş dökülür.

Bir de öğrencilik günlerimizle ilgili olanları vardır hatıraların... Kimi güldüren, kimi, bugün bile hatırlandığında insanı hüzne gark eden ve de duygu dünyamızdan izler taşıyanları...

Başka... Dönem dönem ele alırsak, çocukluğumuzla, ilk gençliğimizle, arkadaşlıklarımızla, yaşadığımız çevreyle, oturduğumuz muhitle, büyüklerden dinlediklerimizle, konuştuklarımızla, başkalarının anlattıklarıyla ve okuduklarımızla ilgili olarak zihnimizde kalanların hepsi de hatıralar şeridinin acı tatlı birer parçasıdırlar.

Çocukluğumuz dedikte... O günlerin en tatlı, çocuk ruhumuzda iz bırakan en hoş çizgileri faytonlar... Erzurum sokaklarını arşınlarken, atların ayaklarından çıkan sesler bugün bile kulaklarımızda çınlamaktadır. Hele de faytonun arkasına binmeye çalışan birini görüp de sabretmek ne mümkün. Biraz hasetle, biraz da muziplik olsun diye faytoncuya seslenilir: "-Emi, arkaya kamçı..."

Toprak damlı evlerin bacalarında oynanan oyunlar, uçurulan kuşlar, edilen sohbetler, hatıralar tazelendiğinde hâlâ dile getirilip, hâlâ anlatılmakta değil midir?

Hatıraların izini sürerken, o zamanların, ağızda tat bırakan "Radyolu Günler"inden bahsetmeden geçmek olur mu? Çocukluğumuzda, dinlenme grafiğinin dorukta olduğu son zamanlarına yetiştiğimiz radyo; türküleriyle, arkası yarınlarıyla, radyo tiyatroları, haberleri ve eğlence programlarıyla, geçmişin o samimi ortamına az mı katkıda bulundu.

Ciddi ve seviyeli yayın yapmayı ilke edinmiş yayın kuruluşunda bütün bu söylediklerimiz bugün de devam etmekte. Ama eskisi kadar ilgiye muhatap olmadığı da bir gerçek. Buna sebep; toplumun ölçülerindeki bozulma mı, yoksa beyaz cama olan anlamsız ve anlaşılmaz tutku mu, yoksa radyonun bazı alanlarda kendini yenileyememesi mi? Her üç sebebinde, durumun bu şekle dönüşmesinde payı olduğu muhakkak. Gerçi; vefalılarının radyoyu hiç terk etmediklerini de bu arada eklemeden geçmeyelim.

Kendine has özellikler taşıyan, yaşanıp geçtikten sonra güzel görünen dönemlerimizin içinde; okuduklarımız, bilgi ve kültür dünyamızı şekillendiren, düşünce ufkumuzun ilk yapı taşları olan kitaplar ayrı bir değer, ayrı bir anlam taşır. Bugün bile yeri geldikçe, çocukluğumuza, ilk gençlik dönemimize ait bu kitaplarda okuduklarımızdan zihnimizde kalanları dile getirmekten geri durmayız. Çizgi romanlarla haşır neşir olunan günlerin dahi, bizde epeyce iz bıraktığını, düşününce daha iyi anlarız.

Her hatıranın büyüklüğü ve ilgilendirdiği çevre, hatıra sahibinin hayat çizgisiyle, hayatına sığdırdığı olaylarla yakından ilgilidir. Zikzaklar içerisinde, çalkantılar arasında tükenen ömürlerin sahibi kişilerin anlattıkları elbette ki daha çekicidir ve belki tarihe kayıt düşmektir de aynı zamanda...

Ne yazık ki, hayatı bu şekilde yaşayanların ekserisi şahidi oldukları olayların hafızalarında kalanlarıyla beraber ötelere hicret etmeyi tercih etmişlerdir çoğu kere... Bir başka ifadeyle, bizim milletimizin büyükleri hatıralarını kayda geçirme gibi bir alışkanlığa sahip değildirler ki; evlatları onları okusunlar ve benzer olaylarla karşılaştıklarında nasıl davranmaları gerektiği hususunda fikir sahibi olsunlar hiç olmazsa...

Hatıralara methiye de dizsek, ağıtta yaksak ne bizi koynuna alacakları var ne de geçmişi yeniden yaşatacakları... Onlar artık geçmişin derinliğinde birbirleriyle sükûtu paylaşarak uyumakta ve ara sıra kendilerini yâd edenlerin dillerinde yaşamaktalar.