Ben kimim, kimim ben!
Hayat denilen yolculuğa
ilişkin çokça öngörüde bulunmak çeşitli varsayımlar üzerinden ilerlemek mümkün.
Zaten insanın anlamlandırmaya çalıştığı, üzerine en çok kafa yorduğu konulardan
biri de hayat/yaşam olmuştur. Felsefi sorgulamalar bir yana somut ve kesin
çıktıları üzerinden hayata dair ne çok kafa yorarız. İnsan ile varlık bulan
hayat, doğumla birlikte zorunlu güzergah olarak hem derin hem çok basit, sade
bir yolculuğun kapılarını açıyor. Ne hayata gelmek için gösterdiğimiz bir irade
ne de bundan vazgeçip geriye dönmek gibi seçenekleri mevcut. Yani kısaca;
doğduk ki yaşayacağız! İyi de nasıl yaşamak? Yaşamak nedir? Ekmek yiyip su
içmekle doyan, birkaç parça kumaşla örtülen bir bedeni tatmin etmek kolay, peki
mutmain edemediğimiz nedir?
Hayat, bedenin tahakküm
ve hükümranlığı üzerinden ilerlermiş gibi görünürken ruhun buradaki rol ve
beklentisi nedir? Sessiz bir izleyici formatında dünyayı temaşa ediyor olabilir
mi? Ya da tüm varlığı bedenin konforu üzerine silikleştirilmiş, monte edilmiş
bir manevi izlektir diyebilir miyiz? Hatta işin en başından başlarsak ruh/tin
dediğimiz nedir? Herkesin buna iman etmişliği bulunur mu? Beden ve tin/ruh
arasındaki ilişki ne boyuttadır? Hayatı sürdüren esas figür hangisidir?
Mutluluk dediğimiz ruhun mu bedenin mi tatmini üzerine kurgulanmıştır?
İlahi bir güce koşulsuz
inananlar olarak yapılan ilahi taksimi anlama yeter donanım ve kapasiteye sahip
miyiz? Daha doğru deyimle insan bu nüansı, taksimatı anlayacak potansiyele
sahip olarak yaratılmış mıdır? Kim ve ne olduğu kendisine ilham edilmiş ve
öğretilmiş midir? İhsan buyrulmayan bilgiye ulaşmasının imkansızlığı dairesinde
kaç kişi, hangileri bu soruların hakiki cevaplarına vakıf olabilmiştir.
Bu tür sorgulamalar
bana Jackie Chan’in bir filmini hatırlatıyor; “Ben kimim?” sahi insan kimdir ve
insan ruh mudur beden mi, veya başka türlü soracak olursak mutluluk, bedenin
isteklerinin mi ruhun beklentilerinin tatminiyle gerçekleşir? Bütün insanların
yaşamları boyunca peşinde koştukları mutluluk esasında ruha mı bedene mi hizmet
etmektedir? Yoksa mutluluk da insanın büyük bir yanılgıyla peşinde koştuğu bir
kurgusal imge, altından bir türlü geçilemeyecek olan ebemkuşağı mıdır?
Aslından bu minvalde
ortaya iki soru çıkıyor. Birincisi mutluluk bedenin mi ruhun mu ihtiyacıdır,
ikincisi mutluluk denilen şey gerçekten var mıdır? Cevaba ikinci sorudan
başlayacak olursam şu satırları kaleme aldığım dakikalarda mutluluk diye bir olgunun
kesinliğinden eminim ama bu düşüncemin tüm yaşamım boyunca aynı kalacağının
taahhüdünü veremem. Bugün doğru dediğini yarın yanlış bulan bir formata sahip
insan için düşüncede de fikirde de mutlak fikirden bahsetmek biraz romantik
olur düşüncesindeyim...
Mutluluk bir sanrı ya
da imge değilse mutluluğun peşinde koşan, ihtiyaç duyan kim? Beden ve ruhun
aslında ayrı ayrı hareket etmeyen, birbirinin varlığını tamamlayan ve diğerinin
tatminiyle mutlak mutluluğa, doyuma, tamamlanmışlık hissine sahip olduğuna yani
mutluluğa eriştiğini tam bir inanmışlıkla ifade edebilirim. Yani mutluluk ne
bedeni merkeze alan ne de tamamen göz ardı edip yok sayan sadece soyut imgeler,
kavramlar üzerinden ilerleyen bir odak noktası değildir. Birinin tatmini
diğerini besleyen ve beden/ruh bütünleşik yaklaşımla yaşam amacına ulaştıran iç
içe geçmiş bir mekanizma. Her biri varlığını diğerine borçlu. Biri ihmal
edilirse diğeri de eksilen. Mutluluk, ikisini de de bir ve bütün görüp tüm
tatmin mekanizmasını bunun üzerine kurgulamakla mümkün. Mutluluk erişilmez bir
imge değil bu sentezi yapmakla erişilecek nirvana. Yoksa insan beden ve ruhunun
isyanıyla her bir zerresiyle tüm evrene avazı çıktığı kadar haykırır; “Kimim
ben, ben kimim!”
x/sabihadogann