Ben, direndiğinde kendini gösterir!
Fichte “Ben, direndiğinde kendini gösterir” der. İnsanın özü; iradesi ve seçimleri olup, bu seçimlerine dayanarak ahlâki eylemler üretebilmesidir. Bu sebeple iradenin keskinleştirilmesi, farklı egzersizlerle sürekli desteklenmesi gereklidir. Benim oruçta ve aslında diğer ibadetlerde gördüğüm unsurlardan birisi budur. İbadetler, “ben”i postmodernlikte olduğu gibi bir mikrotanrı gibi değil, iradesiyle direnen özne olarak inşa eden ve metafizikle mütevâzı buluşmayı temin eden araçlardır.
“Arzu” patlamalarının dönemin özelliği olduğu bir çağda, arzular karşısında “ben”in giderek edilgenleşti(rildi)ği, pasifleşti(rildi)ği bir durum yaşanmaktadır. Öyle ki, “direnen ben”ler yerine, arzularına teslim olmuş, bedensel taleplere dayalı mahrumiyetleri lanete uğramışlık duygusuyla karşılayan benler var. Bu benlere içinde yaşadığımız postmodern dünya, “hiçbir arzunu erteleme” diye fısıldamaya devam ediyor.
Anahtar kavram: Değişim
Toplumsal hayatın, hele hele günümüzde anahtar kavramı değişimdir. Değişim bugün öyle hızlı olmaktadır ki, arkasından yetişip anlamlandırma noktasında bile bir kifâyete erişmede zorlanılmaktadır. Zorlanma, daha çok tekil ve tikel olayların sayısının artması, yani tekâsürden kaynaklanmaktadır. Fakat öte yandan, bu hızlı değişimlerin belirli paradigmalar zaviyesinden okunarak zihinde derli toplu kategorize edilmesi sonucu, tarihteki insan ve toplumların yaşadıkları sorunların post/modern formlarıyla karşı karşıya olduğumuz da rahatlıkla anlaşılabilir. Ancak bunu anlayabilmek için, gözlerin tekâsürün ortaya çıkardığı kamaşmadan kurtarılması gerekiyor.
Tarih boyunca ilahi mesaj ve peygamberler de bu işlevi görmüşlerdir. Mağaradan dışarı çıkabilmiş (Platon’un mağara metaforunu hatırlayalım ki, Hz. Peygamber de ilk vahyi mağarada almıştı), yani tekâsürden gözleri kamaşmış ve hâlâ mağara duvarına yansıyan gölgelerle “hakikat”le buluştuğunu zanneden kitlelere dünyaya başka bir perspektiften bakmanın lüzumunu işaret etmiştir peygamberler. İnsan aynı olduğu sürece problemleri de özünde aynıdır. İnsanlığın tarih boyunca en önemli problemi de “hakikat”e nasıl ulaşacağıdır.
Temel kodlanma!
İnsanlar dünyaya geldiklerinde, temel kodlanmalarının (Fıtrat ve sözleşme) dışında hareket ederek tekâsüre aldanabilmektedir. Mevlâna ünlü eseri Fihi Mâ Fih’te bir metaforik hikaye ile bunu anlatır. Bir baba çocuğunu un almak için bakkala gönderir. Çocuk şayet unun yanında başka şeyler de alırsa, asıl isteneni getirmiş fakat başka şeyler de almış olur. Fakat unu almadan şeker vb. getirmekle yetinirse amaçlananı yerine getirmemiş olur. Yaşadığımız dünyanın tehlikesi, asıl amacı sürekli ertelemesi ve arzuları kışkırtmasıdır.
Ramazan ayı bütün haşmetiyle geçti. Onun haşmetini, gölgelerden, tekâsürden, zamanın büyüselliğinden sıyrılarak hissedebilenler kendileri ve insanlık adına bir kazanç elde edebileceklerdir. “Bu çağda hâlâ neden bedensel mahrumiyetler yaşıyoruz?” sorusunu soranlar, kanaatimce insanlığın temel sorusunu hâlâ bulamamışlardır. Öyle ki çağımızda oruç ve Ramazan da kimilerince bir geri kalmışlığın, çağa yakışmamışlığın göstergesi olarak okunuyor. İnsan ağırlıklarını bırakınca yükselebiliyor.
Bayram muhâsebesi!
Bugün bayram. Bayram, aynı zamanda bir aylık zaman diliminde nasıl bir hâsıla elde ettiğimizi de muhâsebe edebilmenin imkânını bize vermektedir. Acaba irademiz ne kadar keskinleşti? Bütün araçlarıyla ruhları köleleştiren bir çağda, “ben” ne kadar direnç kazandı? Kendi içsel disiplinini ne kadar kurabildi? Bedenlerin, global ideolojilerin hissiz mekanizmaları haline dönüştürüldüğü, çalışıp tüketen varlıklar haline getirildiği bir duruma direnebilecek miyiz?
İnsanlardaki umut tükenmesi, içinde yaşadığımız çağı aşamayacağımız endişesinden kaynaklanıyor. Maalesef insanların önemli bir kısmı bu sorunların farkına bile varmıyor. Halbuki ihtiyaç duyduğumuz şey dibimizde ve ona bakmasını bilmek gerekiyor. Tıpkı peygamberlerin baktığı gibi.
Bu duygularla herkesin bayramını kutluyorum.