Beklenen...
Sabır selameti, toprak suyu, sabah güneşi... Hasta şifayı, yara merhemi, dua cevabı... Ömür, sonunda ölümü...
Nedir, ne değildir beklenen? Doğum
sancısı misali içimizi kaplayan bekleyişimiz nereye kadar? Gündüz, yerini geceye bırakırken sabahı bekleyen biz.
Güneşi uğurlamaya hazırlanan yine biziz. Bekleyiş bir sabır dersi değil midir? Beklenen
varsa bekletene ne düşer? Her şey bekleyene mi düşer? Bir kavuşma hikâyesi
değil de nedir bu yolculuk? Karşı karşıya duran iki dağ ve derin vadi. Kavuşmak
mümkün görünmez. İki yakada bulunanları kavuşturmak için gerilen kalın bir ip.
İpten tutunarak karşıya geçmeye çalışan ve içinde heyecan, umut ve korku
taşıyan nice insan vardır. Kim böyle değildir? Zaman geçiyor, ip yıpranıyor,
incelmiş ve biz kavuşma umuduyla tutunuyoruz o ipe.
Vaktizamanında konuşmuştu bir kalp ehli.
Ondan kalan birkaç kelam geldi, kondu dilimin ucuna: “Eskiyor, yaşlanıyor,
geçiyor her şey. Neye baksam zamanı geçiyor. Mîâdı doluyor her şeyin, bir sen
her dem tazesin, ey sevgili! Ne sunayım sana, canımdan gayrı kalmadı servetim…”
Yahya Kemal, “Artık
ne gelen ne beklenen var;/Tenha yolun ortasında rüzgâr” derken hangi ruh hâli
içindeydi? Şimdi bizi bu tenha hâlde
bırakmak dünyanın oyunu mudur? Çok mu şey bekliyoruz buradan?
Kapıda
beklemek. Evet, hiç kapıda beklediniz mi? Saatlerce beklemek... Dakikalar
beyninize tık tık vuruyor. Nefesiniz boğazınızda acımtırak bir tat bırakırken,
kalbinize giden damarlarda gittikçe daralma hissini yaşarken dünyanın oyununu
çözmek mümkün müdür? Varlığını bildiğiniz ama yokluğunu düşünmediğiniz
beklenen… Eşiktesiniz. Tedirginsiniz.
İmkânı kalmayan, isyana varan bekleyiş bir ateş topu olup göklere
çıkıyor. Sonra yağmur gibi yağıyor ateş.
Altında siz varsınız. Çaresiz bekleyiş
böyledir.
Necip
Fazıl Kısakürek’in “Beklenen” şiirinde dile getirdiği duygu yoğunluğunu nasıl
anlamalı? “Ne hasta
bekler sabahı/ Ne taze ölüyü mezar/Ne de şeytan, bir günahı/ Seni beklediğim
kadar.” Derecesi çok yüksek bir duygu yoğunluğu. Bu ruh hâlinin tahlili mümkün müdür? Sanırım
zor. Beklenene hasredilen bu içten ve
coşkun hissiyat karşılıksız kalırsa ne olur? Aslında böyle bir ruhu anlamak
kolay da değildir. Sadece bekleyeni değil bekleneni de bilmek lazım. Baştan
demiştik, iki büyük dağ ve ortasında derin bir vadi. Birinin diğerine
kavuşması, ne mümkün! Ancak her ikisinin de en derininde bir ateş yok mudur?
Dağları yerinden ne oynatır? Hangisi bekleyen, hangisi beklenendir? Biri,
diğerinin yerine geçmez mi? Dünya aldatıcıdır,
deyip geçmek kolay. Kim, kime hasret duyar? Kimin acısı, ızdırabı daha
büyüktür? Yanardağlar derdini püskürtür, rahatlar; ateşi içinde kalan dağların
hâli nicedir? Bekleyenin ateşi içte ise
daima kendini yakacaktır.
Necip Fazıl 1930 yılında yazdığı
“Bekleyen” şiirinde, “Ölürsün... Kapanır yollar geriye/ Ben mezarla sırdaş
olur, beklerim/ Varılmaz hayale işaret diye/ Toprağında bir taş olur,
beklerim...” diyerek sonsuz bir bekleyiş içine girer. Bu bekleyişi sabır ile
izah etmek de zordur. Hududu ve derecesi ölçülemeyen bir aşkın hikâyesidir bu
bekleyiş. Işığı görmeyen çiçek açar mı? Açsa da yaşar mı? Işığımız sönmesin,
gidilecek daha çok yolumuz var, demişseniz sizi sonsuza değin bekleyen çıkar.
Çünkü beklenen tektir ve güneştir.