Bedava öğle yemeği yoktur
15 Temmuz gecesi ÖTV tutarları motorinde ve 95 oktan benzinde litre başına 5'er lira, LPG'de ise 4 lira artırıldı.
Bu durum haliyle market fiyatlarına da yansıyacak yani doğrudan
yaşamımızı etkileyecek. En önemlisi de enflasyonu yükseltecek.
Kamu kaynaklarını doğru ve etkin kullanamadığımız takdirde,
yanlış politikaların maliyeti, toplumun bireylerine yansır. Ünlü İktisatçı ve Nobel ekonomi ödülü
sahibi M. Friedman’ın da ifade ettiği gibi, “yaşamda hiç bir şey bedava
değildir ve her şeyin bir maliyeti vardır.”
M. Friedman, kamu harcamalarını ve bunun topluma yansımasını
"bedava öğle yemeği yoktur" deyimi üzerinden ifade eder. Buna göre
devletin sunduğu her hizmet her harcama bir şekilde yeni vergiler
konulması/mevcut vergi oranlarının artışı üzerinden ya da para basma işlemi
(emisyon) işlemi üzerinden gerçekleşir.
Bu şekilde parasal genişleme enflasyon
tırmandırarak enflasyon vergisi olarak yine sade vatandaşın sırtına binen bir
yük olarak karşımıza çıkar.
Prof.Dr. Ahmet Yılmaz
Ata Hoca, gerek seçim öncesi gerekse seçim sonrası günümüzde, Türkiye
ekonomisinde sıklıkla başvurulan bu yöntemin enflasyonu tırmandırdığını, kamu kaynaklarından istifade edemeyen
kesime de enflasyon vergisi üzerinden bir külfet yüklediğini söylüyor.
Örneğin 2000’li yıllar ile birlikte popülist politikaların
önüne geçebilmek için Merkez Bankası’nın hazineye verdiği avans uygulaması
kaldırılmıştı. Bu, parasal genişlemeyi kısıtlamaya yönelik bir adımdı. Ama
şimdi günümüzde bu uygulama tekrar devreye alınmıştır.
Aynı şekilde, Kur
Korumalı Mevduat hesabında birikimi olanların (ki bunlar genellikle daha iyi
gelir durumu olan kişiler demektir) birikimleri Hazine’den değil Merkez Bankası
kaynaklarından karşılanacaktır ki bu da emisyon ve enflasyon demektir.
Enflasyon da bir anlamda orta sınıfı, sabit kazançlıyı
(memur/emekli) daha zor duruma sokar.
Ülkemizde dolaylı
vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı başlarda %40’larda iken zamanla
bu oran giderek artmış ve günümüzde %70’lere kadar çıkmıştır ki bu hiç de iyi
bir durum değildir.
Kamu hizmetlerinin maliyetinin büyük kısmının yine sabit
gelirlerin üzerine yıkılması demektir. Gelir adaletsizliğinin artması demektir.
Son günlerde sıklıkla yapılan vergi artışlarını da bu pencereden değerlendirmek
gerekir.
Popülist
politikaların bir sonucu olarak siyasilerin sıklıkla başvurdu yöntemlerden
olan, “muafiyet, istisna ve vergi afları” Türkiye ekonomisinde birçok sorunun
tetikleyici olmaktadır. Her şeyden önce bu uygulamalar, vergiden kaçırmayı ve
kaçınmayı tetiklemektedir.
Neticede kamu için önemli bir gelir kaybı demektir. Peki,
kamu burada ortaya çıkan vergi gelir kaybını nasıl temin eder? Elbette diğer
vergi kalemlerindeki (sabit gelirlilerden işçi, memurdan alınan vergiler ve
KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerdir) vergi gelirlerini artırmayı amaçlar.
Doğal olarak bu şekilde bir vergilendirme politikası
devamında bir takım olumsuzlukları ortaya çıkarabilir. Örneğin artan vergi oranları ve baskısı vergi kaçakçılığını
tetikleyebilir ayrıca artan vergi oranları üreticiler ve işletmeler için ek bir
maliyet demektir ki bu da fiyat artışı/ enflasyon olarak maliyeti topluma
yansıtılır.
Vergi afları da her seçim öncesi dönemde Türkiye
ekonomisinde başvurulan bir yöntem olmuştur. Örneğin seçim sonrası başvurulan bazı ürünlerde KDV artışı, ÖTV ikinci
kez ödenmesi ve kurumlar vergisinin %25 ten 30 çıkartılması ile beklenen toplam
gelir 150 milyar TL civarında olduğu ifade edilmiştir.
Oysa bu vergileri
artırmak yerine, daha önceden tahakkuk ettirilmiş ama hala tahsil edilememiş
vergi gelirleri toplasak yaklaşık 300 milyar TL gibi bir gelir elde edileceği
ifade edilmektedir.
Zira Türkiye ekonomisinde zaman içerisinde (2011 sonrası)
vergi tahsilat/tahakkuk oranı giderek bozulmuş ve %90’lardan 80’lere kadar
düşmüştür.
Bu durum da kamunun vergi gelir kaybını telafi edebilmesi
için dolaylı vergi ve sabit gelirleri olan bireylere daha fazla yüklenmesine yol
açmaktadır.