Bayrağımızı Kendi Elimizle Teslim Etmeyelim!
Gün bir ayna. Aylar, seneler hatta asırlar… Hepsi birer ayine.
Bu ayinelerin iki yüzü var; hakikatin mahfi olduğu iç yüzü, bir
de hakikatten yansıyanı gösteren yüzü.
Hakikatin saklı olduğu yüz, Asr-ı Saadet’in sırrını yaşıyor.
Rabbimizin beğenip bizim için uygun gördüğü ve Ashab-ı kiram üzerinden
yaşattığı insanlık ölçülerini gösteriyor.
Netice olarak aynadan yansıması gereken, çağın tüm şartlarına
rağmen Ashab-ı Kiram’ın Allah’ın emrettiği yoldaki sadakati ve gayreti.
Ama yansıyan, batının perdesi üzerine örtülmüş bir ümmet!
Kendini içten ve dıştan muhafazaya tam muktedir olmamış bir ümmet!
Bu din, bu ümmet çağlara ses getiren, bir ayet, bir hadis
için canlarını ortaya koyanlara, Ömer Muhtarlara, İskilipli Atıflara şahit
oldu.
Asılacağını bile bile yirmi yıl dağlarda, at üstünde mücadele
eden Ömer Muhtar!
İslamiyet ülkesinde diri tutulsun diye, taşıdığı ismin
kudretini gösterdi.
Onların aynasından Ashab’ı Kiram’ın metodu yansıdı.
Arayış bâtında tüm elleri tutan bir el, tüm kalplere ayet
nazarıyla bakıp zahire fiilleri ile Hakk’ı izleten bir gözdür. Ömer Bin
Hattablar, Ebu Bekir radıyallahu anhlar. Yükseldikleri zirveye zahirdeki
amelleri ve batındaki niyetlerindeki birlik ile yükseldiler.
Ve bu yöntem ile inşa ettikleri İslam devleti on dört asırlık
bir geçmişle ilk gün ki diriliğiyle bugüne yansıyacak kudrette kavuştu.
Karşımıza çıkan keşmekeş, aynadan o zamanın yansıması değil,
bugünün Müslümanları olarak aynaya yanlış açıdan bakmamızdır. Öyleyse nerede
ümmetin parçasıyım deyip volkanlar saklayan yürekler?
Nerede ‘Bir’ olmaktan söz edip ahkâm kesenler? Batının hangi
yüzünde boğuldu onlar?
Her sabah Müslümana lanet okuyarak uyanan Yahudi’nin hangi
oyununa kandılar, Kur’an’la hadisle şarj olmuş bedenler?
Bu tefekkürler içerisinde iken dünyayı, gözümü dilimi, kâfiri
dinliyorum da şunları işitiyorum:
Dünya diyor ki;
Unutma ey Müslüman! Düşmanların birliğinizi dağıtmak
istedikçe, sen yıkılan yeri ellerinle onaracaksın, onarmalısın. Çünkü sen,
kardeşleriyle birlikte Emri bil Maruf nehyi anil münker düsturuyla İslam
sancağını âlemlere diken peygamberin ümmetindensin.
Göz diyor ki;
Ne kadar büyük bakarsan o kadarsın demektir. Baktığın kadar
bilir, baktığın kadar yaşarsın. Baktığın kadarı ışık olur zihnine ve o
kadarıyla başkaldırabilirsin zulme. Baktıkça anlar, baktıkça zalimin oyununu
bozacak fikirler yeşertebilirsin. Bakmalısın perdenin arkasına! Çünkü sen
Bilal’in sesindeki coşkuyu her gün defalarca duyansın.
Dil diyor ki;
Sen sustukça bir nesil susacak! Sen sustukça bir kâfir daha
gülecek, bir Müslümanın daha kanı akacak. Sen inandığını tüm şecaatinle
söylemedikçe bir kara delik daha açılacak hatalar denizinde. Unutma deniz bu
dünya ise gemi bu ümmet ve ümmetin her bir parçası SENDE DÂHİL bir kaptansın.
Ve Kâfir der ki;
Silahımla ordumla sizi ortadan kaldıramadım Muhammed’in (sav)
adamları! Belki defalarca savaş meydanında yenildim. Ama şimdi birliğinizi
evlerinizin içine soktuğum fitnelerle oyunlarla bozuyorum. Çoğunuzdan habersiz
midenize girenlerle, ülkenizin her bir alanına dağılmış adamlarımla, sizi sizin
ellerinize verdiğim silahlarımla ortadan kaldıracağım.
Her şey ortada kâfir konuşuyor ve yapıyor. Peki, o zaman
bizler? Hakk’ın bayrağını elinde tutan bizler? Bizlerin arkasında Allah varken,
boşa kürek çekenlerin elinden kendi ellerimizle, kanımızla kazandığımız
bayrağımızı tüm düşüncelerini benimseyerek yeniden teslim ediyoruz.
İyi de neden? Cevabı yok bu sorunun. Bu, yıkanmış
zihinlerimizle bize, mümin şahsiyetimize oynanan bir oyun. Meydanlarda; söz
oyunlarıyla, kılıflandırılmış şer’i (!) hükümlerle, kırmızı halılı
platformlarda yaşıyoruz Müslümanlığı. Biz biliyoruz ki akıbet Allah’u Teâlâ’da
düğümlenecek.
Şimdi bize düşen; “Ne olduk? Değil. Ne olacağız? Ve bu yolda
hangi yolda biz olacağız?” diye düşünmektir.