Batı'nın mı Tarihin mi Sonu?
Francis Fukuyama, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından hemen sonra, 1992 yılında "Tarihin Sonu" başlıklı tezi ile epeyce bir fırtına koparmıştı. Gerek İran'daki Humeyni devrimi ve gerekse Afganistan'da "mücahit"lerin Sovyet Rusya'yı yenerek ülkede adına "İslami" dedikleri rejimin pratiğinin başlangıcında yazması, İslam dünyasının romantik kalemlerinin tepkisini epeyce toplamıştı.
Fukuyama, tezinde özetle şunları söylüyordu:
"Monarşi veya komünizm gibi yönetim biçimlerinin başarısızlığı, insanlara özgürlük ve refah sunmaktaki eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. İslam'ın alternatif bir yönetim şekli olarak düşünülmesini engelleyen de, özgürlük ve demokrasinin bulunmayışıdır. İslam'ın, modernitenin bazı önemli değerlerini sağlayabilecek araçlara sahip olmaması, liberal demokrasi ve kapitalizmle tanımlanan moderniteyle bağdaşmasına imkan tanımamaktadır. Verili bir toplumda, özgürlüğün geliştirilmesini için, en elverişli sosyal ve siyasi sistem liberal demokrasidir ki zaten ideolojiler arasındaki mücadelenin de liberalizmin zaferiyle sonuçlandığı açıktır."
Fukuyama'nın bu tezi kaleme aldığı yılın, Sovyetlerin yıkılması ve ABD'nin Irak'ın hava sahasını üçe böldüğü 1991 sonrası olması ayrıca dikkate değer. Hatırlanacağı gibi I. Körfez Savaşı, 1991 yılında ABD'nin Irak'a saldırarak ülkeyi fiili olarak üçe böldüğü bir savaştı. Fukuyama'nın göklere çıkardığı Liberal Batı Demokrasisinin öncü ülkeleri o günlerde İslam dünyasında bir değişim dönüşüm rüzgarı başlamıştı.
O günler, Türkiye'de İslami hassasiyetleri olan halkın tercih ettiği Refah Partisi'nin politikada baş aktör olması, de Filistin'de HAMAS'ın kadim FKÖ'yü alt ederek kendi halkının büyük çoğunluğunun gönlünde yer etmesi, Hasan Turabi'nin teorisyenliğini yaptığı fakat pratikte devlet başkanı General Ömer el Beşir'in yöntemlerini tasvip etmediği için yollarını ayırdığı Sudan "İslam" devrimi, Bosna Hersek'te Müslümanların kendi kimliklerinin farkına vardığı bir dönemdi.
Fukuyama, İslam dünyasındaki bu hareketliliğin boşuna olduğunu ve Batının bunu medeniyeti ve teknolojisi ile alt edeceğini, bu çırpınışlarının boşa olduğunu savunuyordu.
Yaşanan süreçte, Fukuyama haklı çıktı. Ancak haklılığı haksız, zalimce ve çok eksikti. İslam dünyasındaki özgürlükçü hareketler Batı medeniyeti tarafından değil, füzeleri, savaş uçakları, bombaları ve askerlerinin süngüsü ile bastırılmaya çalışıldı. İslam dünyasında milyonlarca insanlar keyfi olarak katledilirken, özgürlükçü/liberal Batı medeniyetinin savunucusu filozof, düşünür ve yazarlardan hiçbir tepki gelmedi. Aksine bazı yazar ve düşünürler, Batı'nın bu saldırganlığını anlayışla karşılamaya çalıştılar. Bununla da yetinmeyip, bu yok edici saldırganlığı "önleyici savaş" teorisi ile kuramsallaştırdılar. Onlara göre İslam dünyasındaki bu değişim ve dönüşüm frenlenemeyip Batı değerleri ile medeniyetine zarar verecek boyuta gelecekti.
Batı, ileride olası savaşı bu değişim ve dönüşümün başladığı topraklarda, yani İslam dünyasında başlatmalıydı. Fukuyama'nın ardılı "aydın"lar, savaşın düşünsel meşruiyetini oluşturduktan sonra, Batı'nın silahlı kuvveti olan ABD ve İngiltere, daha önce destekledikleri ve hukuken tanıdıkları Afganistan'daki Rejimi, Somali'yi, Sudan'ı ve diğerlerini "şeytan" ilan ettiler. Girdikleri demokratik yarışta tamamen adil bir seçim sistemi ile ülkelerinde öne geçer Refah Partisi ve HAMAS'ın silahlı yöntemlerle, askeri darbe ile alaşağı edilmesini ellerini ovuşturarak izlemekle yetinmeyip ayakta alkışladılar.
Ve bunun bir adım sonrası Bosna Hersek'te Müslüman soykırımı, Afganistan, Irak, Suriye, Somali, Yemen, Libya'da 4 milyon civarında sivil öldürülürken yine milyonlarcası yaralandı. Onlarca milyon insan mülteci durumuna düştü. Batı Medeniyeti'nin "önleyici savaş" teorisiyle girdiği İslam dünyasındaki her karış toprak Müslümanların kanı ile yoğruldu.
Batı, "İslam Dünyası"ndan gelmesi muhtemel tehlikeye karşı tüm ölümcül teknoloji ve silahlarını kullanırken, bir anda kendi içindeki çürümüşlüğün çatırdaması ile sarsıldı. Avusturya'da aşırı sağcı parti önde ipi göğüsledi. Fransa'da Almanya'da Kuzey Avrupa'da da durum aynı idi. Irkçılık ve "ötekileştirme" düşüncesi hızla yayılıyordu.
Batı'nın Avrupa kanadı, bu sağcılaşmayı, şimdilik kaydıyla da olsa bastırmaya çalışıyor. Ne var ki Fukuyama'nın kutsadığı, sarsılmaz, sonsuz muktedir güç denen Liberal Batı demokrasisi Avrupa'daki bu dalganın önünde duramadığı gibi ABD'de yerle bir oldu.
ABD seçimlerine olan hazımsızlık, halkın sokağa dökülerek şehirleri savaş alanına çevirmesi, Batı Medeniyeti'nin liberal ve özgürlükçü kanadının paramparça edilmesi demektir. Tabi bu liberal ve özgürlükçülük kavramı yine ansiklopedilerdeki tanımına göre değil, Batı ve batı değerlerini kutsayan anlayışa göre tanımlamak gerek.
Bugünkü Batı, Yalta Anlaşması ile kurulan yeni dünyanın bir kanadı idi. 1991'de Doğu kanadı, yani Sovyet sistemi çöktü. O sistemin içinde geçtiğimiz günlerde ölen Küba lideri Fidel Castro dahil olmak üzere, tüm komünist öncü kadrolarının birer para babası oldukları çıktı ortaya.
Batı kanadında ise emek-sermaye ilişkisi, adalet mekanizmasının toplumun tüm katmanlarına eşit dağıtılmaması, eşitler arasında daha eşitlerin olması, kendi sonunu doğurmuştur. Batı dünyasında "sağ" olarak gösterilmeye çalışılan nefret suçu, artık kendi evlatlarını yemeye başlamıştır. 1991'den beri fiili olarak İslam Dünyası'nın evlatlarını yiyen Batı değil, Liberal Batı medeniyeti için artık tarihin sonu gelmiştir.
Batılı siyasiler Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın restinden sonra Türkiye'nin AB ile ilişkilerini sürdürmesi için çırpınıyorlar adeta. Çünkü biliyorlar ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti eğer resmen ve fiili olarak Liberal Batı'nın kutsal birliği olan Avrupa Birliği'ne aday olmadığını açıkladığı gün, Liberal Batı Tarihi'nin sonu olacaktır.
Bu aslında tarihin mi kaderin mi bir cilvesi bilemiyorum. Ama o kutsanan, ulaşılmaz dünyevi bir ilah gibi bizlere sunulan Liberal Batı Medeniyeti'nin hayatının bir Müslüman ülkenin liderinin iki dudağı arasında olması ironiden de öte bir şey.
@esimsek571